Bazen kendinizi sokakta, yerdeki taş kalıpların çizgilerini takip ederken bulursunuz. İşte hikayemiz de burada başlıyor.
Küçük kurtçuk Behçet nerede ve ne zaman doğduğunu bilmiyordu. Ama bildiği birşey vardı. Yağmurlu bir günde o kare kaldırımların kenarına atılmış henüz bitirilmemiş ve yere atılmış herhangi bir elmanın üzerinde duruyordu. Islanıyordu. Bu durumdan memnun değildi. Üstelik üzerinde durmakta zorlandığı elma, kırık bir taş kalıbının üzerindeydi. Behçet çevresinden geçen büyük postalların, üzerine basmaması için dua ediyordu. Elmasına tutunmak onun son şansıydı… Kötü bir gündü. Bunun farkındaydı. Tam da ne yapacağını bilemezken; koca bir ayak, üzerinde bulunduğu elmaya ‘okkalı’ bir tekme attı. Behçet bu çarpışmanın ve yağmurun da etkisiyle tutunmakta zorlandığı elmanın üzerinden koparak havaya fırladı. Artık sonunun geldiğini düşünmek üzereydi ki hayatının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden asla geçemeyeceğinin farkına vardı. Çünkü yoldan geçen bir çantanın üzerine düşmüştü. Hemen kendini toparladı ve tüm gücüyle o çantaya ‘tutunmaya’ başladı. Küçük bir çantaydı bu. Bir kadına aitti ama Behçet bunları pek bilemezdi. Onun için ‘kadınlar’, uzun saçlı ve güzel kokulu olanlardı. Bazen de çok gürültü çıkarırlardı. Behçet o küçük çantanın içine girmek için tırmanmaya başladı. Yağmurdan çok sıkılmıştı. Kadın çok hareketliydi. Behçet bir türlü istediği gibi bir rota izleyemiyordu her yer çok sallanıyordu. Kadın bir yere geç kalmış gibi hareket ediyordu. Behçet çantanın ağzına geldiğinde fermuarın kapanma noktasında küçük bir aralık olduğunu gördü. Oraya girmeliydi. Ve girdi. Karanlık çantanın içine düştüğünde o ana kadar duymadığı yoğun bir kokuyla karşılaştı. “Tanrım!” dedi kendi kendine, daha doğrusu ‘anne’ dedi: “Lütfen bana irade ver! Dayanamıyorum!”
Behçet işte o anda tanıdık bir kokuya rastladı. Pek net göremiyordu ama. Kokuya doğru sürtünmeye devam edince peçetenin içine sarılmış bir elmanın önüne gelmişti.
“İşte yeni evim!” dedi kendi kendine… Ve çalışmaya başladı. Peçeteyi yırtarak elmaya ulaştığında ve ilk ısırığını attığındaki mutluluğunu görmeliydiniz. Kaba tabiriyle ‘yeni bir gelinin erkeğininkine sarılması’ gibiydi. Kendine bir yol açmaya başlamıştı. Fakat içinde bulunduğu çanta gerçekten zorluyordu onu.. Çok gürültülü bir yere gitmişti kadın. Yağmurdan kurtulmuştu ya yeni bir elmaya toslamıştı ya bizim Behçet; inanın ki başka bir şey istemezdi. Emmeye devam etti.. Kendine yeni bir yuva inşa ediyordu.
Kadın çok kalabalık bir yerdeydi. Behçet çalışırken çevresinde olup bitenlere duyarsız kalmazdı. Dinlemeyi severdi.
Kadın çantasını açtı. Ve en ‘tutkulu’ rujunu aldı. Dudaklarına götürdü. Sonuç hariküladeydi! Çantasını kapadığında elmasının içindeki küçük Behçet’in farkına bile varmayacaktı. Çünkü o elmayı sevgilisine hediye edecekti. Küçük çantalar taşımayı sevmezdi. Ama bugün öyle bir modundaydı kadın. Kalabalık içinden sevgilisini bulamayanlardandı o… Çünkü sevgilisi hep sahnedeydi. “Bir kere…” dedi kadın tuvaletteki aynanın karşısında rujunu sürdükten sonra “Bir kere de beni bekleseydin!” Ruju çantasına koyup dışarı çıktı. Kalabalığın arasına karıştı. Küstahtı kendince…
Behçet bir yandan tıkınırken bir yandan da ‘sahibesinin sesi’ni dinliyordu. Birileri sahibesine gelip sohbet ediyordu. Etrafta çok gürültü vardı. İnsanların ‘müzik’ dediği şeyden. Ama Behçet bunu anlayamazdı: Çünkü noktası yoktu. Tıkınmaya devam etti.
Sahibesi müthişti. Onu görebilseydiniz eğer; Binbir Gece Masalları’ndan çıktığını sanırdınız. Yo, hayır; güzelliğine değil, uçan halınıza binip peşinden gitmek isteyeceğinize şaşırırdınız sadece… ‘x’ gibiydi sureti, siz rüyadayken. Ama gerçekte: Düşünün ki dipsiz bir kuyuya kova saldınız… Kuyudan su çektiniz; adım adım… Çektiğiniz kovanın içine bakınca su içinde turuncu bir Japon balığıyla karşılaşsanız ne hissederdiniz? ‘x’ gibiydi sureti dedik ya! Öyle bir kız dı o! İsmini taş mektebe altın harflerle yazamayacağınız bir olimpiyat efsanesiydi! Güzeldi! Ama mazbuttu! ‘Bir ki üç tıp’ tı…
İşte Behçet, ‘birilerinin sahibesiyle konuşmalarından’ bunu anlamıştı. Sonra o gürültüler, müzik denilen şey bittiğinde Behçet, sahibesinin elmasının içinde büyük bir oyuk açmıştı bile… Sessizce etrafta konuşulanları dinliyordu:
- “Kim ben mi?”
- “Evet ya sen… Başka kim olacak?”
- “Dalga geçiyorsun… Ben o gün provadaydım…!
Bir başka ses:
- “Hey ….., toplanmamız gerek artık! Hadi geç kalıyorum!”
- “Tamam.. Tamam!”
Kadın:
- “Peki ne zaman konuşacağız bunu?”
Erkek:
- “Bana gel.”
- “Bu söylediğini ikinci kez söyleyecek kadar ısrarcı olur musun peki?”
- “Bilmiyorum”
Küçük kurtçuk Behçet çok şey görmemişti belki ama… Çok mutluydu hayatından; keyifliydi. Evinde mutluydu. Çok yorulduğunu hissetti. Çok da yemek yemişti. Uykusunun geldiğini hissetti. Uyur gibi oldu…
Gözlerini açtığında küçük Behçet, ‘elma evi’nin, çantadan çıktığını ve bir ‘masa denilen şey’in üzerinde durduğunu fark etti. Artık daha fazla yemek istemiyordu. Dışarıda neler olup bittiğini merak etti. ‘Elma kabuğu’nun dışına çıkmaya ve etrafa bakınmaya karar verdi. Genişçe bir odadaydı. Etraf garip kokuyordu. İçinde bulunduğu çanta ‘elmadan evi’nin yanındaydı. Küçük kurtçuk Behçet, sahibesini ilk ve son kez işte orada gördü:
Ne güzel de ayakları vardı sahibesinin… Sokakta o gece yalnızken yarım bir elmanın üzerinde, üşürken ve ıslanırken Behçet, böyle güzel bir ayağın çantasına girebileceğini düşünemezdi dua ederken… O çürüttüğü elmanın ovuğundan bakarken Behçet, “kadın” denileni ilk defa çıplak görmüştü. İlk önce utandı kendinden, ovuğuna geri çekildi. Ama merak etti; yeniden baktı. “Annem” dedi: “Nedir bu elma yarığına benzeyen şey? Ne de güzel duruyor. Ne güzel de kokuyor.
Sahibesi o sırada meşguldu… Masanın üzerine koyduğu elmanın içindeki küçük kurtçuğu keşfedememişti. Terliyordu. Ama mutsuzdu. Şöyle diyordu:
“……” diye seslendi.
- “Efendim”
- “Sana bir hediyem var!”
- “Nedir o?”
- “Bir dakika”
Sahibesi kurtçuk Behçet’in bulunduğu elmaya doğru yöneldi yatağından…
Behçet izlerken sahibesinin gelişini, o an bir ağrı hissettiğini fark etti. ‘Nefesi tutulmuştu aslında.’ Ne kadar da sevmişti sahibesini öyle de görünce... Küçük Behçet, sahibesi elmasını almaya gelirken, sahibine aşık olduğunu, korkusundan pisliğini dışarı salarak belirtevermişti.
Sahibesi elmayı aldı ve şöyle dedi:
- “İşte sana hediyem. Hani tanıştığımız mahalle manavı var ya.. Ondan işte… Selam söyledi.”
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder