20 Kasım 2006 Pazartesi

Harp

“Kendini ne sanırsın bre deyyus!

Kimden alıp kime verirsin elindeki ışıldağı?

Beni mi aydınlatacaksın,

Yoksa

Karanlıktaki geleceğimi mi?”

***

Bir kızın bana ‘deli’ demesinin bu kadar hoşuma gideceği bir günde Duran Duran’ın Ordinary World’ünün çalacağını asla tahmin edemezdim…

Her şey öğrenci olimpiyatlarındaki bir güreş müsabakasını izledikten sonra dişimi fırçalarken başıma geldi… 7 sene önce kırılmış ‘azı’ dişimin ne kadar da çok çürüdüğünü düşünürken buldum hayatın anlamını…

İşte o an kırık uçlu bir 2B kalemi falçata ile kazıdım. Taş plağın sesini açtım… İçine bozuk bi Ajda Pekkan albümü koydum… Ses şöyleydi: Çıtır… Çıtır!

Bir kaltağın sesinde buldum anlamı…

***

Hiç olmadığın bir güne olmuş gibi başlamaktı hayat belki de…

Devam ettin…

Hiç elinin gitmediği bir kirli süpürgeyle hoş bir ‘karafatma’ ezmiştin o gün eve girdiğinde…

Her şey yerli yerindeydi… O kadar sarhoştun ki, eve girdiğinde eşyaların hareket edip etmediğini kontrol ettin ilk önce…

Sola baktın; kardeşinin rafındaki boyalar ve fırçalar yerli yerindeydi…

Kitaplarına baktın; uykusuz kalmışlardı. Yorgun olduklarını düşündün…

Sağ tarafa geçtin… Boy aynasının önüne geldin ve kahkaha patlattın çünkü aynadakinin kim olduğunu bilemedin.

Kendine geldiğinde; ıslak bir kara deftere yumulduğunu anladın.

Önce bir yüzünü yıkadın… Sonra o defterin başına tekrar geçtiğinde okumaya başladın. Henüz birkaç sayfa yazılabilmişti… İlk sayfadan okumaya başladın…

Şöyle yazıyordu:

Post acı söyler!

Ne kahrolası şey bu dedin kendi kendine… Başka bişi de yazmıyordu..

Sayfayı çevirdin…Hiçbirşey hatırlamıyordun… Ama şöyle yazmıştın:

- Sana bir kadını anlatmak istiyorum… Hani bazen yapraklar düşer dallarından, büyük kuru ve ulu ağaçların…

- Tıpkısının aynısıdır hepsi… Renkleri dışında… Evet işte, renkler; o renkler belli eder kendini… Ya da ne kadar parçalanmış bir yaprak oluşunun önemi yoktur… Ya eflatunsundur ya da safran belki de kırmızı…

- Hayır, önemi vardır.. Ne kadar çatlamış olduğu yaprakların ya da renklerinin kıvamının… Bir sabunu ıslatmadan köpürmesini bekleyemezsin… Eğer ki bir yaprak dalından kopmuşsa inan ki utandığı içindir… Peşinden her mevsim gelecek nice yaprağın önünü kesmek istemez çünkü… Her sonbahar yeni bir yaprak mevsimidir aynı zamanda… İşte o yaşlı, kırgın ve boğazında anıları düğümlenen küçük yaprağın tek bir isteği vardır..... Yaşamak için son arzusu tek bir damla sudur… Bir damla su sadece…

- Peki

- Bir gün bir ulu çınarın önünden geçerken ben… Pırıldayan bi yaprak gördüm yerde… Kaldırım kenarındaki su birikintisine yaslamıştı sırtını, kırmızı ve hoş kıvrımlıydı… Ulu çınarına yakışır derecede heybetli olduğu belliydi… Ama artık güçsüzdü… Eskiden, estiğinde, ki estimiydi, asla boyun eğmediği, dansettiği rüzgar, onu şimdi sonsuz diyarlara götürebilirdi… İşte o su birikintisine sırtını dayamış bu yorgun yaprağı gördüm ben yerde… Kırmızı ile yeşilin arasındaydı… Saklamak istedim kendime… Aldım onu… Gittim ve kitapçının birinden kara kaplı bir defter satın aldım; düz çizgili… Yaprağı içine koydum…

Mezarını kazdığım yaprak benimdi artık… Onun öylece benim olmasını istedim. Sadece benim. Defterimi temiz bir beze sardım…İlk üç sayfasını yaprağıma; tabut yaptım kitabımın.. Sonra çevirdim ilk sayfasını…

- Ve bana anlatacağın kadını yazdın!

- Hayır... Nasıl yazabilirdim ki… Tanımıyordum bile onu… Hayatımda ilk kez sadece sorularıma verdiği yanıtlarını anlayamadan birisinin; ondan çocuk sahibi olmak istediğimi nasıl anlatabilirdim ki... Daha sesini duymadığım bir gülümsemenin peşinden gitmenin ne demek olduğunu nasıl bilebilirdim ki… Sigur Ros’un bir çok parçasında kendi dillerinde ‘yu so’ sözünü kullanmaları kadar sıkıcı olabilirdi…

Ama öyle olmadı…

-Ve beni buldun!

- Gerçekten büyük bir kabus görmüş olabileceğim ihtimalinin olmadığı bir gecede senin ismini haykırarak uyandığımda seni kesinlikle tanımamam gerektiğini düşünmüştüm aslında…Korkmuştum. O gece kar yağıyordu. Her yer bembeyaz olmuştu. Uykum açıldığında genellikle ne yapacağımı bilemez bir vaziyette bir sağa bir sola döner sonra da tuvalete gidip işer; tekrar yatakta dönmeye devam ederdim. Ama bu kez farklı birşey yapacaktım. Çünkü uzun süreden beri rüyamda ne gördüğümü ilk kez hatırlıyordum. Aslında bu rüyayı yıllardır görüyordum. Hep aynı rüyaydı. Ve artık çok sıkılmıştım. O gece işte bağımlısı olduğum o rüyanın ne olduğunu bir kez daha hatırladım…

- Neymiş merak ettim?

-Uykudan kalkıyordum rüyamda. Kar yağıyordu. Bir rüyadan uyanmıştım. Aynen yaşadığım şeyleri görüyordum. Aynı sefer sağa aynı sefer sola dönüyordum. Sonra yatağımdan kalkıyor kardeşimin yanına gidiyor ve kırmızı beresini arıyordum. Rüyamı hatırladığımda da aynısını yaptım. Kardeşimin yanına gittim ve kırmızı beresini aldım. O an işte yıllardır gördüğüm rüyanın, uykumda seni sayıklayarak uyandığım gecenin aynısı olduğunu fark ettim. Hiç şaşırmadan altıma temiz bir pantolon ve üstüme kalın bir kazak geçirdim. Her şey rüyamda yıllardır gördüklerimin aynısı gibiydi…Kendimi oluruna bıraktım…Çok eskiden bir arkadaşımdan Norveç’li balıkçıların giydiği kalın montlardan almasını istemiştim bana… Fakat bir gün montun kolunda büyük bi yırtık açınca giymez olmuştum onu. İşte o gece aynen rüyamdaki gibi balıkçı olmak istedim. Her zaman giydiğim ince bez ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Atkımı boynuma sardım ve kırmızı beremi de takıp dışarıya çıktım. Nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilemiyordum ama her şey kendiliğinden gelişiyordu. Bunu hissediyordum. Evimin bulunduğu sokağın sonuna gitmeye karar verdim. Dışarısı bembeyazdı. Bütün ağaçlar bahar gelmiş gibi çiçek açmıştı sanki. Dallardan sarkan karlar hariküladeydi… Bütün arabalar o kar yığınının içinde sanki birer büyük kibrit kutusu gibiydiler. Yüzüme çarpan karları daha iyi hissetmek için sonuna geldiğimde sokağımın durmam gerektiğine karar verdim. Etrafıma bakıyordum. Cebimde az para, not defteri, kalem ve içecek bir kaç sigaram vardı. Telefonumu almayı unutmuştum. Zorla yürürken o kar yığınlarının içinden etrafın ne kadar sessiz olduğunu düşündüm. Sokağın sonuna gelince durdum; başımı göğe kaldırdım. Köşedeki sokak lambasına baktım. Sayısız kar tanesi görebiliyordum. Ve yüzüme çarpan yüzlercesini…Bu müthiş bi duyguydu benim için. Ama şimdi ne yapacağımı bilmiyordum. Evime dönmeye karar verdim. Orada sokağın sonunda birkaç dakika bekledikten sonra apartmanımın önüne geri döndüm. Bir sigara yaktım. Ve olacakları beklemeye başladım. Lapa lapa kar yağıyordu. Ama hiç üşümüyordum. Etrafta hiçbir ses yoktu. Eğer İstanbul’da oturuyorsan. Ve Boğaz’ın paralel yakalarındaki semtlerde oturuyorsan; yüzünü deniz tarafına verdiğinde nerde olursan ol mutlaka denize ulaşırsın. Apartmanımın önünde öylesine dururken ve sessizken her yer; yukarıda ama alçaktan uçan bir martı üzerimden geçti.Yüzümün dönük olduğu yöne giderken gördüm onu yukarıda karların arasından ona bakarken. İşte o zaman geldi aklıma yüzümün boğaz denizine dönük olduğu… Kararımı vermiştim denize ulaşıncaya kadar karşıma ne çıkarsa çıksın; şu an durduğum yerin doğrultusunda düm düz yürümeye devam edecektim. Ama ilk durduğum doğrultudan sapmayacaktım. İlk iş olarak elimdeki sigarayı söndürdüm. Önümdeki öncelikli engel olan karşı apartmanı, sokağı dolaşıp önüne geçerek aştım. Bu hizza doğrultusunda çok dikkatli olmam gerekiyordu. Kendime düşsel bir çizgi çizmeliydim. İlk engelden sonra rahattım önüm açıktı çünkü. Yolu geçtim. Mahallemdeki ilköğretim okulunun yan bahçesinden geçip eski bir hastanenin çitlerinden atlayarak yoluma devam ettim. Tahminime göre yolculuğum bir buçuk saate yakın sürecekti. Gün doğumunu deniz kenarında İstanbul Boğazı’nı izlerken yakacağım bir sigara ile kutlayacağımı tahmin etmiştim. Sana burada yolculuğumun tüm ayrıntılarını anlatmayacağım.. Belki başka bir zaman…Ama şunu söylemeliyim; apartmanımın kapısında durduğum ‘hizzamı’ korumakta hiç zorlanmadım nedense o gece… Yıllardır gördüğüm rüyamın içinde olmanın verdiği heyecanla karşıma çıkan tüm engelleri bir bir aştım. Ya sağa dolanıyor ya sola ya da bir hendekten atlıyordum. Yokuş çıkıyor yokuş iniyor ama inan ki nereye gitmem gerektiğini çok iyi biliyordum. Kimi zaman birilerinin evlerinin bahçelerinden gizlice geçiyordum. Bunu yapmak zorundaydım çünkü aynı doğrultuda gitmek istiyordum.

Tahmin ettiğim gibi bir buçuk saate yakın bir sürede Ortaköy’e varmıştım. Yıllar önce yanan o okulun doğrultusunda olduğunu bilmezdim ben evimin. Hala onarılmamıştı. Eski ama şık bir binaydı. Ve üzerinin karla kaplı halini bir görmeliydin. Gözü yaşlı bir anne gibi ağlıyordu körolası! Denizin önüne gelene kadar yürümeye devam edeceğimi söylemiştim kendime… Tüm o gece yaşadıklarıma şaşırmıyordum; çünkü rüyamın gerçekleşiyor olduğunun farkındaydım. Denize yürümeye devam ederken, okulun bahçesinin otopark olarak kullanıldığını gördüm. Ve o karlı gecede rüyamda olmadığını kesinlikle bildiğim bir şeyin farkına vardım. Çünkü rüyamın sonuna okulu gördüğümde zaten gelmiştim. Dümdüz yürüdüğümde evimden boğaza doğru ben, o soğuk ve karlı kış gecesinde denizin önünde senin arabanla karşılaşmıştım. Otopark’ta duvar kenarına dizilmiş birkaç araba varken sadece seninki burnunu boğaza çevirmiş sırtına okulun yanık ahşaplarını almış öylesine duruyordu. Arabana doğru yürüdüm. Hala rolantide çalışıyordu. Kar yağdığı için bütün gece her yeri karla kaplanmıştı. Camları da.. Sürücü tarafına geçtim ve arabanın ön camını sildim. Kahretsin! Kahretsin…

- İyi misin?

- Seni gördüm! Yalnızdın ve uyuya kalmıştın. Başın sağa yaslanmıştı. Sürücü koltuğunu tam kıvamında geri yaslamıştın. Ben de öyle severdim. İki elini birleştirerek bacaklarının arasına sokmuştun üşümemek için… Kalın bir atkı ile sarmıştın kendini… O kadar güzeldin ki… Otoparktaki tek sokak lambasının seni bu kadar güzel aydınlatabileceği başka bir yer yoktu… Karla kaplı camların arasından seni izlemek gündoğumundan daha iyiydi. Öylece durdum başında… Sadece izledim seni… Havanın ağarmasını beklemem gerekmediğini bir sigara yakmak için yüzümü boğaza döndüğümde anladım. O kadar güzeldin ki, gün ışığı umrumda değildi... Soğuk yüzünden donarken ben ve karlar altındayken vücudum saatlerce yürüyerek geldiğim boğaza sırtımı çevirmiştim ben… Saatlerce de uyumanı izleyebilirdim. Nefes almak gibiydi. Her nefeste bir sonraki… Her nefeste bir sonraki…İşte o an sen uyurken, eğer uyanık olsaydın sana neler sormak istediğimi düşünmeye başladım ve not defterimi cebimden çıkardım. Sana sorular yazdım. Neden karşında tırnak kemirdiğimi sorana kadar sormaya devam ettim kalemimle… Artık şehrin sessizliği yerini siren seslerine bırakıyordu. Martılar hırçınlaşıyor ve sürüler halinde dolaşmaya başlıyor; büyük bir uğultu tüm boğazı kaplıyordu.

Fakat ben acıktığımı ve bişeyler yemem gerektiğini düşündüm. Seni saatlerce izledikten sonra sorularım da hazırken üstelik, biraz ilerideki kafeye gidip ikimize bişeyler almaya karar verdim. O güzel uykundan kaldıracaktım seni! ‘Kalk sabah olmuş.’ diyecektim belki…Kafeden elimde iki kahve ve atıştırmalık bişeyler ile döndüğümde arabanı yerinde bulamamak çok acıydı…Gitmiştin… Elimde kağıtlarım, sorularım, umudum ve iki kahve ile ben dizlerimin üzerine çöktüm. Gözyaşı akıtıp akıtmadığımı bilemeyecek kadar üşümüştüm o sabah… Bir sigara içmek istedim. Fakat sigarayı kafe de unuttuğumun farkına vardım. Kafeye yürüyene kadar başımı dik tutamadım. İki kahveyi de bitirdim. Başım önümde kafeye girerken kapıda sana çarptım! İşte o yüzden, çarpıştığımda sana ismini sordum…Az önceki heyecanlı konuşmamın sebebi buydu. O yüzden kahve ısmarlamak istedim. Ve bir kadını anlatmak istedim.

-Peki şimdi mutlu musun?

- Belki… Ama şuna eminim; o gece dediğim dün geceydi. Ve senin ismini haykırarak kalkmıştım rüyamdan… Ne daha önce duymuştum ne de daha sonra duyacaktım. Eşsiz stealdrum’dan çıkan birkaç ufak ses gibiydi… Yürek parçalıyordu… Tekrar ve tekrar söylemek isterdin. Geriye sarıp baştan dinlemek… ‘Fazla’ kelimesinin dile getirilmediği bir bahçe ahengini bozarak ben ilk ve son kez diyorum ki:

Öp beni!

- …

- Öp beni!

- …

- Hadi…

- …

- Yoksa ben seni öp…

- …

- …

- …

- Bağışla beni!

-Nerede oturduğunu anladım; seni evine bırakmamı ister misin?

- …

***

Ve bitiyordu! Yazdığın şeyler bu kadar kısa sürmüştü işte…Gözyaşlarını boşalttığın ıslak defterde yazan sadece buydu…O dalından kopmuş yaprağı bulmak istedin.. Sayfaları karıştırdın… Ama yaprak; defterinin arasında yoktu… Ne olmuştu?

İşte çürük dişinle uğraşırken sen, fırçalarken dişlerini, tam da boyaynasının karşısında aklına gelen oydu! Sen ki bir yaprağın düşüşüne küstahça yaklaşan hararetinle, boyaynasında kendi suretinin, hatırladın o yaprağa ne olduğunu…

Soluyan senin ciğerlerindi; kalp senin, kaftan senin;

O yaprağın latifesinde sen, keyiflenip ateşe atmıştın onu… Tekrar eski kırmızı günlerine dönmesini istemiştin yaprağın… Döndü ama kül de oldu..

Fırçaladıktan sonra dişlerini, ağzını temizlerken şunu mırıldanmıştın:

Hayatın anlamı, kıçımın kenarı!

Hiç yorum yok: