20 Kasım 2006 Pazartesi

Güya Rüya

Kendini Galata Köprüsü’nün üzerinde yarı baygın bulduğunda bir gece, kafanı kaldırdığında gördüğün eşsiz yıldızlar bir şey ifade etmiyorsa sana, ancak parıltılı bir yaz gecesinde uyandığını düşünerek anlarsın rüyada olduğunu...

Sonra kafanı çevirdiğinde Karaköy’e doğru, kılıç kuşanmış ve ata binmiş bir Sadrazam’ın, yanında üç küçük

tay üzerinde yaverleriyle geldiğini görünce artık ‘mışıl’ sıfatına ihtiyacının olmadığını anlarsın.

Korkutur seni nal sesleri... Çünkü onları dikmek istemezsin. Artık boğazın düğümlenmiştir; yanına geldiklerinde... Kimse yoktur etrafta, hem kim olacaktır ki? Sadrazam atından iner, yaverler çevreni sarar senin. O sıra uzakta bir yerde hayal meyal, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir tankın üzerinde çıplak ve yağlı güreşçileri görürsün... Tankın üzerinde bir düzine yağlı güreşçi, siyah şalvarları ve kafalarında pilot şapkaları...

O sırada atından inen Sadrazam’dan bir tokat yediğini, anlarsın yere yığıldığında...

‘Sadrazam Tokatı’dır bunun adı...

Yaverler üzerine çullanır...

Tekme, tokat.... Tekme, tokat.... Tekme, tokat...

Kendini bir anda Galata Köprüsü’nün üzerinde

Ama çok üzerinde, neredeyse bulutların arasında

bulursun, yukarıdan senin cansız bedenini parçalarken,

Sadrazam, yaverler ve güreşçileri görürsün...

Ne düşünürsün biliyor musun?

Hiçbir şey çünkü sen havadayken ve onlara, o harikulade yaz gecesine bakmaktayken, keyfini çıkarmaya bakarsın.. Haliç ayaklarının altındadır çünkü.. Topkapı Sarayı’nın ışıkları Sarayburnu’na doğru süzülür; Boğaz’ın ıssız suları, kuşlar ve dingin meltemin hışırtısı vardır.

O sıra bir ses ile irkilirsin; havada, ayakta ve boşluktayken...

‘Ak sakallı bir dede’dir bu; sana seslenen... Eski tahta bir rakı masasındadır.. Tek başınadır; muhteşem donanmış mezelerin arasında... Masanın karşısında sana da bir sandalye ayırmıştır...

Şöyle der: “Otur bakalım.”

İşte sen o zaman ne yapacağını bilmez bir halde ona doğru yaklaşırsın. Anlarsın; ama rüya devam etmektedir..

‘Ak sakallı ve patlak gözlü dede’nin karşısına oturduğunda “Rakı’na buz ister misin?” diye sorar.

Sen ne yapacağını bilmez bir halde bakarken, o buz kovasını bir eliyle havaya kaldırmıştır.. Gözbebeklerin buz kovasındayken, gökyüzündeki bir grup takım yıldızının nasıl olup da,

parlarken düşüp, birer buz tanesi haline geldiğini şaşkınlıkla izlersin.. O buzların hiç acelesi yoktur çünkü... Sanki yıldızlar gülümseyerek düşüyordur ve sanki onlara dokunup ağlayabilirsin.. Parmağınla onları takip ettiğini fark edersin, buzlaşan yıldızlar teker teker kovaya düşerken, büyülenirsin... Zaman yoktur senin için...

Kova dolduğunda ‘ak sakallı yaşlı kurt’ kendi bardağına iki buz koyduktan sonra sana buz kovasını uzatır. Sen, tanıklığının verdiği şaşkınlıkla elin titreyerek o buzlardan bardağına koyarsın.. Sonra da rakı şişesini alırsın, bardağına boşaltırsın... Ve ansızın ‘ak sakallı’nın, bu kez diğer elini havaya kaldırdığını görürsün. ‘Ak’, avucunu açtığında bir yıldızın kayarak diri bir balığa dönüştüğünü gördüğünde, rakını hala doldurmakta olduğunu farkederek kadehinin taşmış olabileceğini düşünürsün. Kadehe baktığında boşalttığın rakının bardağı doldurmadığını görürsün. Sanki bir galon da doldursan hep yerinde sayacakmış gibidir... Rakı bardağın dalgalanmaktadır şimdi.. Sen ne kadar doldursan da ‘aslan sütü’n hep senin istediğin seviyede kalmaktadır. İstersen bardağının yarısını istersen tamamını rakı ile doldurabilmektesindir. İşte o an rakı şişesi düşer elinden... Ama istediğin olmuştur: ‘Çeyreği dolu bir bardak..’

Üzerine buz kovasından iki tane buz alıp koyarken sen, ‘ak sakallı’nın eliyle tuttuğu balığı senin tabağına koyarken pişmiş olduğunu görürsün. Mezeler de hazırdır... Sohbet başlamalıdır..

Yaz sıcağında üzerinde oduncu gömleği olan ‘ak sakallı’, “Kimsin sen?” diye sorar..

“Asıl sen kimsin?” diye sorarsın haliyle.. Sana bakar ve güler...

“Biliyor musun?” der: “Her gece gelirim buraya. Çok insan tanıdım burada..”

“Neredeyiz biz?” diye sorduğunda “Asla olmayan bir yerdeyiz. Cennet de cehennem de burada...” cevabını alırsın.

İrkilerek “Neden beni buraya çağırdın?” derken “Şşşt, sus artık; önce kadehinden bir yudum al” deyip keser sözünü... Ve kadehini tokuşturmak için uzatır. Sen de merakınla bardağını alıp onunkiyle tokuşturmaya çalışırsın...

İşte iki kadeh birbirine kavuşmaktadır...

“Çınnn.....!!!”

***

O anda gecenin bir yarısı kalabalık bir yerde, hiç hatırlamadığın bir kadın tarafından, elindeki içki kadehine, kendi kadehiyle vurduğunu ve masada sızmışken seni uyandırdığını anlarsın... “Hadi kalk artık, masadaki tüm sohbeti kaçırıyorsun.” der sana... “Tanrım.” dersin, “Ne kadar yorgunum..”

Kadın düzenbaz bir kahkaha atar.

Etrafını süzmeye başlarsın.. Sanki gün yeni başlamaktadır.. Kalabalık bir masadasındır.. Etrafta sesler dolaşmaktadır.. Gözlerini ne olduğunu anlamak için çevrede dolaştırdığında, bulanık da olsa bir ‘mekan’da olduğunu ve masadakilerin bir çoğunu tanımadığını görürsün..

Yanındakini tanırsın; çocukluk arkadaşındır bu... Aynı mahallede büyüdüğün o pinti çocuk.. Ona baktığında, sana kanlı gözlerle bakıp gülen suratını gördüğünde anlarsın bu durumu...

“Hadi kalkalım artık buradan.” demişsindir; içinden gelerek... O da masadakilere artık kalkmak zorunda olduklarını, sabah işe gideceklerini belirterek izin ister.. Ama şöyle de der: “Bizimle kim geliyor?”

Seni uyandıran kadehi kaldıran kadın, “Ben geliyorum.” diyerek sana masum bir bakış atar... “Off” dersin içinden nedendir bilinmez... Bir ses daha duyarsın masanın bir köşesinden “Ben de geliyorum.”

Kafanı o tarafa döndürene kadar, mahalle arkadaşının “Tamam o zaman; hadi.” lafıyla rahatlarsın..

Tanrım, ne kadar çok içmişsindir.. Utanacak zamanı bile bulamamışsındır.

Arı vızıltılarını andıran sesler arasında o mekandan uzaklaşırken, iki kadın ve mahalle arkadaşınla ıssız sokaklarda dolaşmayı istemediğini hissedersin..

Yollar sanki hiç bitmeyecek gibidir.. Nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmek istemezsin.. Kendi seçeneğini yaratamayacak kadar acizsindir çünkü.. Seni görüşün değil, sunulanlar arasından seçtiğin şıklar ifade edecektir...

“Ahh!” efekti verirken sen, yılgın bir şekilde, kendinize gelmek için uğradığınız büfede tost yemektesinizdir.

İşte o an, bir ses çıkar senden: “Hadi bana gidelim.”

Çünkü yakındır evin..

Uyurgezer bir şekilde dolaşırken ıssız sokaklarda, senden gayrı kahkalar arasında ‘Galata’ya yani evine yaklaştığını çözümleyerek kendine gelirsin..

Sokakta karşılaştığın ayyaşların bir önemi yoktur o zaman.. Apartmanının kapısında anahtarlarını çıkarıp içeri girmeden önce, 80 yıllık kapı tokmağını üç kere tıklatmayı da unutmazsın..

Kahkahalar içinde evine çıkılırken, arkanda kalan misafırler umrunda değildir. Kimin kapıyı ardından kapattığına dikkat etmezsin evine girdiğinde... Yüzünü yıkayıp, odana çekilirsin.. Uzanırsın...

***

‘Ak sakallı dede’ girer kapıdan...

Ama sen odanda değil, köhne bir hapishane koğuşundasındır... Yatağında, ellerin ve kolların kelepçelere bağlı... Zaten ‘dede’ de oduncu gömleği değil gardiyan kıyafeti giymektedir.. Sana

“Suçunuz nedir?” diye sorar..

“Suçsuzum.”

“Suçsuzum demek için mi girdin kodese?” diye sorduğunda şöyle bir ses çıkarmışsındır:

“Şsennn, bbmm kmmi ddgmmuu bmmmmsssnn...”

Ağzından çıkan seslere şaşırarak, ayılırsın....

Tanrım, ne kadar sarhoşsundur...

***

Kendine geldiğinde, o geceyi beraber geçireceğini anladığını kadının, odandaki kirli mumlardan birini yaktığını ve karşında soyunmakta olduğunu farketmişsindir..

“Biraz hava almalıyım.” dersin ona; üzerindeki son parça dekolteyi çıkarırken o...

“Şimdi mi?” der haliyle...

“Evet” dediğinde çoktan yataktan fırlamış ve kapıyı kadının suratına çarpmışsındır..

Evinden çıkıp, 80 yıllık tokmağını arkada bıraktığında sokaklardan yokuş aşağı inmekte olduğunu anımsarsın.

Dar sokaklar sıkmıştır seni.. Güzel bir yaz gecesi, biraz hava almak için, deniz kenarına inmeye karar verirsin..

Arkana bakmadan yürüdüğün sokaklar, seni Karaköy Meydanı’na götürmüştür. Su sesi duymak istersin, Galata Köprüsü karşındadır işte..

Sokaklarda kimse yoktur birkaç ayyaş ve ‘ayyaş araç’ dışında...

Köprü senindir... Köprüye çıkar ve cebinde ne olduğuna bakmak istersin.. Karıştırdığında, son sigaranın cebinde kırılmadığına şükrederek onu yakacak birisini bulmaya çalışırsın..

Uzakta, birkaç ses duyarsın.. Onların yanına gidersin...

Üç küçük zenci ve bir kadına aittir bu sesler... ‘Üç küçük’ten korkup, elinde sigara olan kadına “Ateşinizi alabilir miyim?” dersin yaklaşarak.

Ve dördünün suratına umarsızca bakarken, köprünün diğer tarafında, arabanın camından kafasını çıkartmış sana isminle seslenen birisinin, bir taksiyle geldiğini görürsün.. Mahalle arkadaşındır bu...

O sırada ateş istediğin ‘Kadının Tokatı’ ile sarsılır, ‘üç küçük zenci’nin tekmeleriyle yere yığılırsın..

Bilincini kaybederken, en son, acı ve nefretli küfürler duyarsın...

***

Kendine geldiğinde, üzerinde hafif bir pike varken seni bir garson kaldırır.

Tanrım, ne kadar çok içmişsindir.

Başın ağırır.. Etrafına bakarsın. Soğuktur.. Havadar bir yerdesindir; martı sesleriyle birlikte güneş yüzüne vurar. Yanında bir sandalyede mahalle arkadaşını yine senin gibi üzerinde ince bir pike, sarılı halde uyurken görürsün..

Galata Kulesi’nin tepesindesindir...

Bütün Haliç ayaklarının altındadır..

Her tarafın ağırıyordur.. Kaşının ve ağzının kenarlarında derin bir acı, baldırın ve belinde de büyük sızıntılar hissedersin.. Mahalle arkadaşının durumunun hiç de iyi olmadığını, morarmış kolundan anlarsın...

Garson “Bayım, artık servise başlıyoruz, gitmenizi rica ediyorum.” dedikten sonra, sen arkadaşını kaldırarak, artık gitmenizin gerektiğini, yoksa işe geç kalacağınızı söylersin.. Her zaman geldiğiniz Galata Kulesi’ne bu halde gelmişken bir daha gelmeye yüzünüzün olmadığını düşünürsünüz beraber asansörle inerken...

Yeni bir iş günü sizin için henüz başlamaktadır...

Kendinize gelmişsinizdir...

Bir an evvel işe gitmek ve evraklara imza atmak istersiniz...

Öncesi ve sonrası yoktur...

Bir yaz gecesi rüyasıdır çünkü bu...

Hiç yorum yok: