24 Kasım 2006 Cuma

Sik 2

Elde edemediğin şey

Senin için şeytan kadar korkutucudur

İsteyip de olamadığın şey

Acıların en sonsuzudur

Kusursuz aşk nedir diye sorarsan

Cevabını veremeyeceğin her şeyin toplamıdır.

23 Kasım 2006 Perşembe

Domates Kurusu'na Bir Soru

Trio 64 ne içün 1963’te New York’ta kaydedilmesine rağmen Trio 63 değildi?

Bill Evans’a, Elegia’nın neden bu kadar güzel olduğuyla alakalı sorulabilecek ilk sorudan sonrakidir.

(Wannabe: 2.15- 3.13 saniyeleri aralığı..)

Kırmızı

Kırmızısın sen.

Şarap kadar huşu.

Sırtın o kadar güzel ki,

Tanrı kadını çoktan yaratmış.

Saçlarına her renk yakışıyor.

Her ölüme bir anlam katıyor.

Bir bilmeceydi her şey

İşte hikaye burada başlıyor.

Kılıkırkyaran o cürreti var ya insanın

Offf bizi yoruyor

Beni yoruyor

Sevdim

Çok sevdim

Sokak tabelalarına bla bla bla yazdım

Ama çok sevdim

Evet sevdim.

Hep sevdim.

Bir bilmeceydi her şey.

İşte hikaye burada başlıyor.

Huşu

Bir yeniyetmenin boğazında düğümlenmiş her şey belki de… Bir yol düşün. Çevresi upuzun ve kudretli çınar ağaçlarıyla dolu. Sadece yolu görebiliyorsun. Marmaris’e inerken bir yol vardır. Çok güzel rüzgar eser orada melankolik… Üstelik çok da güzel hışırdar ağaçlar, yaşlarını belli etmeden. İşte tam da orası gibi bir yer.

Düşün.

Ben yolun başındayım. Henüz güneş pek göstermiyor yüzünü. Yol bomboş. Seni görüyorum. Arkanı bana dönmüş yürüyorsun. Hışırdıyor her taraf. Aramızda epey bir mesafe var. Senin peşinden koşmaya başlıyorum. Ama ne kadar koşsam nafile.Hep bana aynı uzaklıkta koşuyorsun. Saçların çok güzel dalgalanıyor.

Koşuyorum hala. Beyaz kıyafetinle sen eşsiz güzelliktesin.

Koşuyorum.Hızlanıyorum. Ama bir şey değişmiyor.

Güneş tam tepemizde. Yetişemiyorum sana. Kimse yok etrafta.

Güneş batacakken tam. Yolun yanlarına dizilmiş olan ulu çınarların, yavaş yavaş eğildiklerini ve büküldüklerini görüyorum. Güneşe yol veriyorlar. Güneşi görüyorum. Batacakken. Bütün ulu çınarlar eğiliyor. Gökyüzü açılıyor. Yolun üzerini örten çınarlar da. Gün batıyor bir yandan.

Senin peşinden koşarken, senin göğe yükseldiğini görüyorum, kanatların çıkıyor; böyle harika birşey olurken yüzünü görememişim daha düşün; kanatların çıkıyor evet. Yükseliyorsun göğe doğru. Batan güneşe doğru gidiyorsun.

Önümde diz çöküyorum. Ağlıyorum. Yolda yalnızım. Ellerimi kalbime götürüyorum. Bir dilek diliyorum. Kendimi bana aşağıdan selam gönderen ulu çınarların üzerinde görüyorum. Evet, uçuyorum. Müthiş bir şey bu diyemeden seni aramaya başlıyorum.

Evet, işte az önce seni gözümün ucuyla fark ettim. Peşinden geliyorum.

Dik yamaçları, verimli ovaları aşıyorum. Hala seni göremedim. Sesleniyorum sana. Duymuyorsun beni ya da ya da kanatların çok ses çıkarıyor. Çok meşgulsun. Nereye gittiğin ya da ne yaptığın belli değil. Takip ediyorum seni. Ama çırpınıyorum. Üstelik bu mutlu uçuşumun ne kadar süreceğini de bilmiyorum. Sen dik bir vadiyi benden daha kıvrak alıp hızlıca dönüyorsun. Ben ise o vadinin ucundaki kayalığa çarpıyorum. Kendime geldiğimde, vadinin ucunda seni bana bakarken görüyorum. Gözgöze geldiğimizde benden kaçıyorsun o güzel ve renksiz saçlarınla. Senin peşinden gitmek çok mutsuzluk veriyor bana. Kaçıyorsun benim uyandığımı fark ettiğinde. Ben de kendime geldiğimde yönümü değiştiriyorum.

Başka bir yoldan gidiyorum. Dar kayalıklardan geçip, eşsiz bir nehir buluyorum. Sonsuz denizlere açılan, ya da şöyle demeli, umarsız denizlere açılan… İşte o nehrin denize açıldığı bölgede, kendimi o girdabın karşısındaki bir sahilde buluyorum. Kamp yapmaya karar veriyorum. Bir ateş yakıyorum. Kendimleyim. Güzel ve leziz bir ziyafet için avlanıyorum. ‘Onları’ ısıtıyor ve pişiriyorum. Afiyetle yiyiyorum. Nehrin kumsalla birleştiği yerde o ağaçlıkların arasında ayaklarımı uzatıyor ve eşsiz rüyalara dalıyorum. Sonra sabah oluyor. Bir yaprak, göbeğime düşüp kaşınmama sebep oluyor. O sırada bir ses ile irkiliyorum. Sensin.

Nehrin ve denizin birleştiği yerdeki girdapta çırpınan sensin. Üstelik kanatların da yok. Çığlık atıyorsun.

Hemen kendimi toparlayıp denize atlıyorum. Girdaba dalıyorum. Sana doğru yüzmeye çalışıyorum. Seni kurtarmaya çalışıyorum.

En son gördüğüm…

Sualtındayken ben, bir deniz kızı olduğun.… Benim yanıma geliyorsun; tam da denizin dibini boylayacakken ben; beni kurtarıyorsun. Beni sahile bırakmak için, allı pullu bacakların ve kuyruğunla beni sürüklüyorsun. Kendimde değilim. Nefesimi dahi, zor alırken ben, sadece ve sadece yanağıma küçük bir öpücük bırakıyor, ıslak saçlarının yanağıma sürtmesine izin veriyorsun. Kusuyorum. Sen gidiyorsun. Harikasın.

Pullu kuyruğun ne kadar da güzel gözüküyor. Sırtın…

Güneş gözümü alıyor.

Uyandığımda yanımda birileri var. Onlara seni soruyorum. “O deniz kızını gördünüz mü” diye. “Ya o gülümseyen çınarları. Ben buraya uçarak mı geldim. Neredeyim ben?” Kimse ilgilenmiyor benimle.

İçlerinden birisi kumlu kıçının diğer yarısını yakmaya çalışıp dönerken sırtını, “Çok güneşte kalmışsın” diyor.

Kendime geliyor: “Ha evet” diyorum.

Kalkıp kendime gelip, denize giriyorum. Arkama bakmadan yüzüyorum. Yüzerken denize bakıyor ve bir başka dünyayı izliyorum. O sırada gözüme bir şey takılıyor. Denizin dibinde bir şey parıldıyor ve dikkatimi çekiyor. Derin bir nefes alıp, o parıldayan şeyin yanına gidiyorum. Ne olduğunu bilmeden. Benim için çok keyifli. Yavaş yavaş yaklaşıyorum. Ve o parıldayan şeyi avucumun içine alıyorum; su yüzüne çıkıyorum. Kıyıya varana kadar avucumu sıkıp hiç vazgeçmeden yüzüyorum. Kıyıya varıyorum. Avucumu açıyorum içinde ne olduğunu görmek için…

Katlanmış kalın bir kağıt parçasının parlak arka yüzeyi bu… Kağıt parçasını açıyorum.

Bir fotoğraf olduğunu görüyorum.

Bir kadın, beyazlar içinde, ulu çınarların örttüğü bir yolda arkasına bakmadan yürüyor… Solda çınarlar, sağda çınarlar, yol çizgilerinin üzerinde incecik bedeniyle bir mabet, ismi yok. Resmin tarihi yok. Ama çok güzel. Her şey çok güzel.

20 Kasım 2006 Pazartesi

Kardanadam

Binnaz oldukça iri, geniş omuzlu, şişman ve genç bir kadındı. Mahallenin en büyük süpermarketinde kasiyerdi. Oldukça yoğun bir gün geçirmişti. Üstelik hava çok kötüydü. Kar yağıyordu. Ve bu karda nasıl eve döneceğini düşünüyordu. Artık vardiyasının bitmesini bekliyordu. Az önceki müşterisi oldukça zorlamıştı onu. 42 parça ürün saymıştı. Görünürde başka bir müşteri yoktu. Kasaya doğru eğildi. Sırtı ağrıyordu. Ellerini şakaklarına dayayıp kendine masaj yapmaya başladı. O anda ince bir erkek sesiyle irkildi. Kasadan başını kaldırdı. Ona seslenen kişiye doğru baktı. Fakat başını öne doğru eğmek zorunda kaldı. Çünkü müşterisi dışarıdan yeni gelmiş ve üstündeki kar tanecikleri henüz erimemiş köse bir cüceydi. Elleri eskimiş montunun cebinde; Binnaz’a “Beni hatırladınız mı?” diye soruyordu. “Hayır.” dedi Binnaz.

“O zaman size biraz kendimden bahsetmeme imkan verin.” dedi ince sesiyle cüce.

“Sizi tanımıyorum sanırım. Şu an çok meşgulum. Benden ne istiyorsunuz?”

“Peki.” dedi cüce. Dışarı çıktı.

Binnaz adamın ne demek istediğini anlayamadan sıradaki müşteriyle ilgilenmek zorunda kaldı.

Yarım saat geçmişti. Evine dönüp yemek yapmak istiyordu. Bu akşam televizyon izleyecekti. Dizi gecesiydi. En sevdiği programları hep pazartesi gecelerine koyarlardı. Sanki başka günlere koysalar pek bir şey değişecekti. En son ne zaman bir gece evden çıktığını hatırlamıyordu.

Müdürü Binnaz’ı çok severdi. O akşam vardiyasını tamamladığında “Bugün çok iyi iş çıkardın. Sen olmasaydın ne yapardık?” demişti. Müdür pek iltifat etmesini sevmezdi. Binnaz kendini iyi hissetti ve “İyi geceler.” dedi. Marketten çıkıp sokağın köşesine doğru yürürken köşede kendisini o cücenin beklediğini gördü. Yolunu değiştirmeyi denedi ama pek de korkmadı. Nasıl olsa onun gibi iri bir kadın için bir cüce zararsız sayılırdı.

“Merhaba hanımefendi. Şimdi müsait misiniz? Beni dinler misiniz?” dedi cüce elindeki kağıt kaseden sıcak bir kestane çıkarırken.

“Ne kadar da inatçısınız. Hayrola merak ettim şimdi. Buyurun dinliyorum. “

Tipi şeklinde kar yağıyordu. İkisi de iyice sarınmıştı. Birbirlerini duymak için bağırmak durumunda kalıyorlardı. Gülünç bir durumdu bu.

“İsmim Fevzidir küçük hanım. Sizi eskiden beri tanırım. Kestaneyi çok severim. Siz de alır mısınız.”

Binnaz hiç tereddütsüz Fevzi’nin ona uzattığı kağıt torbadan bir sıcak kestane aldı. Çünkü çok severdi.

“Benim evim buralara çok yakın. Sizinle biraz yürüyebilir miyim?” dedi Fevzi.

“Hay hay, bir sorun mu var acaba küçük bey?” dedi sırıtarak Binnaz.

Fevzi gülerek “İnsanlar vücudumdan dolayı genellikle bana tebessüm ile yaklaşır. Kimsenin bana acımasını istemem. Lafım size değil. Hani bu kendini bilmezlere.”

“Neyse efendim. Sadete gelelim. Çocukluğunuz Rikapkar sokakta geçmedi mi sizin?

Bakın beni nereden hatırlayacaksınız hemen söyleyeyim. Ben o zamanlar ağabeyiniz sayılırdım. 117 numaradaki Mıstık Zücaciye’yi dayım işletirdi. Beni de o büyütmüştür. Yani ben sizi ip atladığınız dönemlerden biliyorum Binnaz hanım.”

“Aa ne kadar garip. Mahmut amcanın yeğeniydiniz demek ki. Oysa ki sizi hatırlamam gerekir.”

“Bana Fevzi diyin lütfen. O zaman mahallede arkadaşlarınız pek umursamazdı beni. Eğlenip dururlardı. Dalga geçerlerdi. Bir gün dükkanın önünde dayımla otururken, yakar top oynarken görmüştüm sizi. O zamanlar da arkadaşlarınızın arasından sıyrılıp hemencecik ayırt edilebiliyordunuz. Hatta topunuz bizim dükkanın önüne kaçmıştı. Ben de topu size vermek için yakalamaya çalışırken ayağım takılıp yere düşmüştü. Pantolonum yırtılmıştı. Bütün arkadaşlarınız benimle dalga geçmişti. Siz ise yanıma gelip iyi olup olmadığımı sormuştunuz. İşte orada tanışmıştık.”

“Gerçekten hiç hatırlamıyorum. Kimler vardı ki arkadaşlarımız yanımızda. Ben bazılarıyla hala görüşürüm. Onlara sorayım. Sizi de çıkaramadım Fevzi bey.”

“Bu çok normal Binnaz hanım. Çünkü sizinle tanışmamızdan birkaç gün sonra ben ne kadar sizi görsem de karşılaşma, konuşma fırsatımız olmamıştı. Sonra da başka bir şehre taşınmak zorunda kalmıştık.”

“Ha o zaman siz Mahmut amcanın işlerinin bozulduğu günlerde oradaydınız.”

“Evet tamamen öyle.”

“Mahmut amca ne yapıyor şimdi?”

“Üç sene önce sizlere ömür. Geride üç çocuk bir beş torun bıraktı.”

“Ah çok üzüldüm. Allah rahmet eylesin.”

“Neyse efendim. Ben de bir süre önce tekrar İstanbul’a dönmek zorunda kaldım…”

“Tam olarak nerede oturuyorum demiştiniz. Ben çünkü 20 dakikaya evime varacağım. İsterseniz yarın markete gelirsiniz bir çayımı içersiniz.” dedi Binnaz.

“Yoo hayır. Evimiz zaten birbirine çok yakın. Sizi dün işe giderken gördüm. Önce kim olduğunuzu çıkaramadım. Sonra sizi takip ederek nerede çalıştığınıza baktım.Özür dilerim. Allahtan çok uzakta dilmişsiniz.”

“Keşke sorsaydınız. Neyse buyurun o zaman beraber yürüyelim. En son İstanbul’a dönmek zorunda kaldığınızı söylüyordunuz.”

“Evet, İstanbul’a döndüm. Biliyorsunuz bizim gibilerin ayakta kalabilmeleri zor oluyor. Burada hep ertelediğim bir işim vardı. Çok önemliydi. Onun için geldim buraya. Bir arkadaşımın yanında kalıyorum geçici olarak.”

“Öyle mi. Nedir İstanbul’a geri dönmenize sebebiyet veren şey?”

Yürümeye devam ediyorlardı. Kar şiddetini azaltmıştı. Hava yumuşuyor gibiydi.

“ Çok uzun hikaye Binnaz Hanım. Gerek yok anlatmaya. İstanbul’da da pek tanıdık kalmadığı için. Tanıdığım birisini görünce sohbet etmek istedim. E e siz neler yapıyorsunuz efendim?”

“Ben yaklaşık 4 senedir o gördüğünüz yerde çalışıyorum. Ben tek çocuktum. Annem ve babam uzun yıllar önce vefat ettiler. Akrabalardan da burada pek kimse kalmadı. Ekonomik sebeplerle mahallede de kalamadım. Buraya yerleştim. Üniversiteyi kazanamadım. Açıköğretimde okurken terk ettim. Şimdi memnunum ve yalnız bir hayat yaşıyorum. Birkaç arkadaşım var. Rütin yani anlayacağınız.”

“Olsun efendim.” dedi Fevzi kestane uzatarak,

“Olsun. her şeyin başı sağlık. E peki çoluk çocuk olmadı mı hiç?”

“Yok nerdeee. İstemedim başlarda. Sonra da istesem de bulamadım bi hayırlı koca. Artık bu saatten sonra talih kuşu bile yaramaz bana?”

Güldüler.

“E siz de çoluk çocuk var mı Fevzi bey?”

“Dedim ya. Bizim gibilerin ayakta kalması zordur diye. Bir türlü göğsümüzü gere gere dolaşamadık şu hayat şartlarında. Halbuki dünyanın en basit şeyiymiş.”

“En zor şey basit olandır.”

“Valla ben anlamam bunlardan Binnaz hanım, siz öyle diyorsanız öyledir. Pek okuyamadım ben.”

“Şimdi ne iş yapıyorsunuz peki?”

“Ben anahtarcıyımdır efendim. ”

“Ne kadar enteresan. Nereden öğrendiniz bu mesleği?

“Aslında dedim ya dayım bakmıştır bize diye. Biz İstanbul’dan ayrıldığımızda Edirne’ye taşındık. Orada eski bir tanıdığının yanına çırak olarak verdi beni orada öğrendim.”

“Eh burada nasıl iş buldunuz.”

“Aslında henüz bulmadım. İşsizim. Bir arkadaşımın yanına geldim dedim ya önce halletmem gereken bir şey var. Ondan sonra bakacağım. Edirne’den tanıdığım bir savcı vardı buraya geldi onun vesilesiyle Adliyelerden birisinde çaycılık yapacağım sanırım.”

“Eh umarım isteğiniz kabul olur da bir an evvel İstanbul gibi koskoca bir şehirde düzeninizi kurarsınız.”

Binnaz evine yaklaşıyordu. Artık ayrılma zamanı gelmişti. Evinin sokağına girerken Fevziye oturduğu sokağı gösterdi.

“İşte benim evim şurada. Siz nerede oturuyorsunuz?”

“Ben de iki sokak aşağınızda oturuyorum. Tesadüfe bakın ki.”

“O halde görüşmek üzere diyelim.”

“Olur mu efendim size kapınıza kadar eşlik ediyim. Burası İstanbul neler olacağı belli olmaz.”

Gülerek “İlahi siz, ne olacak canım. Bu yaşıma kadar bir şey gelmediyse başıma bu saatten sonra da gelmez.”

Binnaz ve Fevzi, Binnaz ın evinin kapısına kadar beraber yürüdüler. Binnaz artık evine gitmesi gerektiğini ve Fevzi beyi her zaman markete beklediğini söyledi.

Vedalaştılar.

Binnaz şaşırmıştı. Hiçbir şekilde hatırlayamayacağı birisinin, üstelik çocukken tanıştığı birisi, yıllar sonra karşısına çıkıp da onu eski anılara götüreceğini bilemezdi. Evinin kapısını açarken düşündü. Yalnızdı.

Üstünü çıkardı. Kendine bir çay demledi. Dün gece yaptığı kekten atıştırmaya başladı. Televizyonu açtı. Dizisine yetişmişti. Özet bölümünü izledi. Reklam arası oldu. Camdan dışarı yağan kara bakmak istedi. Pencereyi açtı. Hava çok güzel kokuyordu. Her yer bembeyazdı. Tipi durmuş lapa lapa kar yağıyordu. Rüzgar yoktu. Çok güzel bir sessizlikti. Sokakta kimsecikler yoktu.

Köşedeki sokak lambasının altında kardanadama benzeyen bir şey gördü. Başka mahalle çocuklarının yaptığı bir şey olduğunu düşündü. Ama ağzında sigara tüttüren bir kardanadam olmazdı. Fevzi idi bu. Her yanı kar olmuştu. Binnaz a bakıyordu. Binnaz da ona baktı.

Yalnızdı. Ne olacak dedi.

Fevzi elindeki kağıt poşet i kaldırıp gösterdi. Binnaz güldü. Bir yandan da eliyle işaret ederek “Gel, gel” dedi. “Donacaksın orada.”

Otomata bastı. Fevzi yukarıya çıktı. Şöyle dedi Binnaz’ın kapısında: “Kestane sevdiğinizi tahmin etmiştim.”

Binnaz ise “Gel bir çayımı iç bari. Niye bekledin ki dışarıda?”

“Ben beklerim hanımefendi.”

“Bana artık Binnaz de.”

Çay çok güzeldi Fevzi için. Bir bardak daha istedi. Hoş sohbet ediyorlardı.

Binnaz bir bardak ince belli daha doldurmak için mutfağa gittiğinde, Fevzi elinde yastıkla arkasına geldi. Belinde sakladığı tabancayı çıkardı. Yastığı iri binnazın beline dayadı. Silahı ateşledi. Tahmin ettiğinden daha az ses çıkmıştı. Binnaz çığlık atamadan yere yayıldı.

Fevzi, Binnaz yere düştüğü gibi yastığı alıp bu sefer Binnaz ın başına dayadı. Bir kere de orada ateşledi. Binnaz ses çıkaramadan ölmüştü.

Bütün mutfak kan gölüne dönmüştü.

Fevzi o gecenin büyük bir kısmını Binnaz’ın ölü ve ağır bedenini yatağına taşımaya harcadı. Banyodan bir bez getirdi. Kanları iyice temizledi. Binnaz’ı çırılçıplak soydu. Odası mis gibi kokuyordu. Mutfağa gitti. En iri iki bıçağı kapıp geldi. Önce onun bütün bedenini kokladı. Sonra göğsünün tam ortasından deşmeye başladı. Boynundan miğdesine kadar derin bir yarık açtı. Hala tam anlamıyla soğumamış göğüs kafesini ortadan ikiye ayırıp parçaladı. Organları sımsıcaktı. Üstü başı kan olmuştu. Göğüs kafesini iyice açtı. Epey vaktini alıyordu bu.

Binnaz gerçekten iri bir kadındı. Onu parçalamak çok yormuştu Fevziyi. Kalbini, akciğerlerini, miğdesini, dalağını ve bağırsaklarını kesip çıkardı. Yatağın kenarına attı. Oda çok kötü kokuyordu. Camı sonuna kadar açtı. Odanın içine kar yağmaya başlamıştı.

Başından ayaklarına kadar tüm organlarını çıkardı. Kenara attığı kalbi geri aldı. Fevzi de soyundu. Binnazın gövdesinin içinde açtığı boşluğa girdi.Her tarafı kan dı. Silahını da yanına aldı. Artık tam anlamıyla Binnaz’ın içindeydi. Sıkıca sarıldı ona. Her yerini okşadı. En son yorulduğunu hissettiğinde, Binnazın kalbini kendi göğsünün ortasına koydu. Birkaç saat önce Binnaz’ın itinayla atan kalbinin yerinde şimdi gerçekten de Fevzinin kalbi atıyordu. Binnazın gövdesinde açtığı yarığa iyice sıkıştırdı kendini. Binnazın kalbini avuçlayarak göğsüne dayadı. Diğer eliyle de silahı avucuna, kalbine dayadı.

Çok yorgundu. Kendini vurdu. Odaya kar yağıyordu. Sabah olmuştu.

///

Fevzi uzun yıllar hapis yatmıştı. Kendini bildi bileli hapisteydi. Her şey küçük bir kız yüzündendi.

Küçükken mahallede aşık olduğu Binnaz bizimkini bilmezdi bile. Onunla tanışmak için türlü türlü hikayeler uydurmuştu. Bir kez bile ne onun ne de bir başka arkadaşının yanına gidememişti ama. Her sabah onunla kalkar okula giderken takip ederdi. Çıkışta yine onu bekler, evine dönerdi. Ama bir kez bile olsun Binnaz onu görmemişti. Küçüktü ya kimse fark etmezdi onu. Bir yaz limonata satmaya bile çalışmıştı o mahallede, sırf Binnaz ı görebilmek için. Ama Binnaz o yaz halasının yanına gitmişti. Bir keresinde mahallenin çocuklarından birisiyle kavga bile etmişti. Sırf şişko dedikleri için Binnaza. Onu daha rahat görebilmek için okulu bırakmıştı. Okuyacağı da pek yoktu zaten. Annesi doğum esnasında ölmüştü. Babası parasızlıktan başka çocuk yapamadı. Zaten kıt kanaat geçiniyordu. Şişli de bir handa çaycılık yapıyordu. Zücaciyeci bir dayısı hiçbir zaman olmadı Fevzinin. Fevzi de babasına yardım ederdi. Boş zamanlarında Binnaz ile ilgilenirdi hep. Onu hanın karşısındaki otobüs durağında görmüştü ilk kez. Ve orada başlamıştı her şey. Başka bir şey olması beklenemezdi.

Babası Fevzinin tam da adam olacağını düşünürken, Fevzi 18 yaşına bastığı gün, yine okulunun çıkışında Binnaz’ı gözlerken, Binnaz’a saldıran ve eteğini indirmeye çalışan bir serseri çocuğu öldürmüştü. Bu çocuk Binnaz’ın okulundan değildi. Olay çıkarmaya başka bir okuldan gelen sürekli sokak kavgalarına karışan bir çocuktu. O gün okulun tüm kızlarına sataşırken aralarından en irisi olan Binnaz’ı kendine kurban seçmiş ve tüm okula rezil etmişti. Kimse çocuğa bir şey yapamıyordu. Ama Fevzinin bildiği bir şey vardı. Çocuğun nerede oturduğunu biliyordu. Hemen evine gitti. Babasınnın dedesinden kalma silahını aldı. Serseri çocuğu gördüğü yerde vurduğunda gözünü bile kırpmamıştı. Kaçmadı. Yakalandı. Polislere cinayetin gerçek nedenini söylemedi. Kimse o serseri çocuğun öldürüldüğüne şaşmadı. Babası Fevzinin adam olamayacağına kanaat getirdi.

Fevzi 24 sene hapis yattı. Af ile çıktı. Hapise girerken hayatına yeni bir başlangıç yapmak istiyordu. Binnaz için buna değer diyordu. Bir gün geri döneceğim diyordu. Hapisteyken bir torba dolusu kağıda yazılar yazdı. Yazı torbası diyordu ona. Binnaz içindi hepsi. Fevzinin babası hapis olmuştu. Hapiste tecavüze uğradı. Adam bıçakladı bu yüzden. Kimse onu önemsemiyordu. Hapisten çıktığı gün tüm o yazdıklarını yakacağına söz vermişti kendi kendine. Hapisten çıktığında babası çoktan ölmüştü. Çaycıyı da eski bir dostları işletiyordu. Onun yanına gitmişti. Hapisten çıktığı ilk gün yazı torbasını eline aldı. Bolca içki içti. Çok keyifliydi. Sokaklarda yürümeye başlamıştı. Her bir sokağı dönerken torbanın içinden bir kağıt yazı çıkarıyor ve yakıyordu. Sonra en son içkinin de etkisiyle kağıtların hepsini yakıp bir çöpü aleve verdi. Oradan kaçarken yine ayağı takıldı. Dar bir sokakta kaldırımların üzerine düştü. Kalkacak hali yoktu. Bir apartman girişine yığıldı. Uyuya kaldı. Sabah kolları göğsünde sıkı sıkı uyurken bir ses ile irkildi. “Allah kurtarsın”. Kafasını kaldırıp sırtını dönene kadar hiçbir şey anlamamıştı. Sırtını döndüğünde aliminyum bir kapta sıcak bir çorba ile bir plastik kaşık ve yanında karton tabaka üzerinde yarım kesilmiş ekmek gördü. Kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne baktı. Yaşlı bir kadın arkası dönük yürüyordu. “Sağol teyze” dedi. Başı ağrıyordu. Ekmeği aldı; çorbaya bandı. İlk yudumunu yerken karşı apartmanın kapısı açıldı. Binnaz dışarı çıkıyordu. Bu yüzü asla unutmazdı. Hala aynıydı. Ona bir kez daha aşık oldu. Çok kötü olmuştu. Tam da, hapisten çıkıp artık adam olacağını düşündüğü bir anda yine babasının yadigar silahını almaya gitti. Binnaz’a bir kez daha aşık olamazdı. Fevzi’nin ikinci bir hayatı yoktu çünkü. Ama işte…

O sabah uyandığında sokağın birinde, karşı apartmandan çıkan Binnaz’ı görünce, dayanamadı.

Aşık oldu.

Güya Rüya

Kendini Galata Köprüsü’nün üzerinde yarı baygın bulduğunda bir gece, kafanı kaldırdığında gördüğün eşsiz yıldızlar bir şey ifade etmiyorsa sana, ancak parıltılı bir yaz gecesinde uyandığını düşünerek anlarsın rüyada olduğunu...

Sonra kafanı çevirdiğinde Karaköy’e doğru, kılıç kuşanmış ve ata binmiş bir Sadrazam’ın, yanında üç küçük

tay üzerinde yaverleriyle geldiğini görünce artık ‘mışıl’ sıfatına ihtiyacının olmadığını anlarsın.

Korkutur seni nal sesleri... Çünkü onları dikmek istemezsin. Artık boğazın düğümlenmiştir; yanına geldiklerinde... Kimse yoktur etrafta, hem kim olacaktır ki? Sadrazam atından iner, yaverler çevreni sarar senin. O sıra uzakta bir yerde hayal meyal, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir tankın üzerinde çıplak ve yağlı güreşçileri görürsün... Tankın üzerinde bir düzine yağlı güreşçi, siyah şalvarları ve kafalarında pilot şapkaları...

O sırada atından inen Sadrazam’dan bir tokat yediğini, anlarsın yere yığıldığında...

‘Sadrazam Tokatı’dır bunun adı...

Yaverler üzerine çullanır...

Tekme, tokat.... Tekme, tokat.... Tekme, tokat...

Kendini bir anda Galata Köprüsü’nün üzerinde

Ama çok üzerinde, neredeyse bulutların arasında

bulursun, yukarıdan senin cansız bedenini parçalarken,

Sadrazam, yaverler ve güreşçileri görürsün...

Ne düşünürsün biliyor musun?

Hiçbir şey çünkü sen havadayken ve onlara, o harikulade yaz gecesine bakmaktayken, keyfini çıkarmaya bakarsın.. Haliç ayaklarının altındadır çünkü.. Topkapı Sarayı’nın ışıkları Sarayburnu’na doğru süzülür; Boğaz’ın ıssız suları, kuşlar ve dingin meltemin hışırtısı vardır.

O sıra bir ses ile irkilirsin; havada, ayakta ve boşluktayken...

‘Ak sakallı bir dede’dir bu; sana seslenen... Eski tahta bir rakı masasındadır.. Tek başınadır; muhteşem donanmış mezelerin arasında... Masanın karşısında sana da bir sandalye ayırmıştır...

Şöyle der: “Otur bakalım.”

İşte sen o zaman ne yapacağını bilmez bir halde ona doğru yaklaşırsın. Anlarsın; ama rüya devam etmektedir..

‘Ak sakallı ve patlak gözlü dede’nin karşısına oturduğunda “Rakı’na buz ister misin?” diye sorar.

Sen ne yapacağını bilmez bir halde bakarken, o buz kovasını bir eliyle havaya kaldırmıştır.. Gözbebeklerin buz kovasındayken, gökyüzündeki bir grup takım yıldızının nasıl olup da,

parlarken düşüp, birer buz tanesi haline geldiğini şaşkınlıkla izlersin.. O buzların hiç acelesi yoktur çünkü... Sanki yıldızlar gülümseyerek düşüyordur ve sanki onlara dokunup ağlayabilirsin.. Parmağınla onları takip ettiğini fark edersin, buzlaşan yıldızlar teker teker kovaya düşerken, büyülenirsin... Zaman yoktur senin için...

Kova dolduğunda ‘ak sakallı yaşlı kurt’ kendi bardağına iki buz koyduktan sonra sana buz kovasını uzatır. Sen, tanıklığının verdiği şaşkınlıkla elin titreyerek o buzlardan bardağına koyarsın.. Sonra da rakı şişesini alırsın, bardağına boşaltırsın... Ve ansızın ‘ak sakallı’nın, bu kez diğer elini havaya kaldırdığını görürsün. ‘Ak’, avucunu açtığında bir yıldızın kayarak diri bir balığa dönüştüğünü gördüğünde, rakını hala doldurmakta olduğunu farkederek kadehinin taşmış olabileceğini düşünürsün. Kadehe baktığında boşalttığın rakının bardağı doldurmadığını görürsün. Sanki bir galon da doldursan hep yerinde sayacakmış gibidir... Rakı bardağın dalgalanmaktadır şimdi.. Sen ne kadar doldursan da ‘aslan sütü’n hep senin istediğin seviyede kalmaktadır. İstersen bardağının yarısını istersen tamamını rakı ile doldurabilmektesindir. İşte o an rakı şişesi düşer elinden... Ama istediğin olmuştur: ‘Çeyreği dolu bir bardak..’

Üzerine buz kovasından iki tane buz alıp koyarken sen, ‘ak sakallı’nın eliyle tuttuğu balığı senin tabağına koyarken pişmiş olduğunu görürsün. Mezeler de hazırdır... Sohbet başlamalıdır..

Yaz sıcağında üzerinde oduncu gömleği olan ‘ak sakallı’, “Kimsin sen?” diye sorar..

“Asıl sen kimsin?” diye sorarsın haliyle.. Sana bakar ve güler...

“Biliyor musun?” der: “Her gece gelirim buraya. Çok insan tanıdım burada..”

“Neredeyiz biz?” diye sorduğunda “Asla olmayan bir yerdeyiz. Cennet de cehennem de burada...” cevabını alırsın.

İrkilerek “Neden beni buraya çağırdın?” derken “Şşşt, sus artık; önce kadehinden bir yudum al” deyip keser sözünü... Ve kadehini tokuşturmak için uzatır. Sen de merakınla bardağını alıp onunkiyle tokuşturmaya çalışırsın...

İşte iki kadeh birbirine kavuşmaktadır...

“Çınnn.....!!!”

***

O anda gecenin bir yarısı kalabalık bir yerde, hiç hatırlamadığın bir kadın tarafından, elindeki içki kadehine, kendi kadehiyle vurduğunu ve masada sızmışken seni uyandırdığını anlarsın... “Hadi kalk artık, masadaki tüm sohbeti kaçırıyorsun.” der sana... “Tanrım.” dersin, “Ne kadar yorgunum..”

Kadın düzenbaz bir kahkaha atar.

Etrafını süzmeye başlarsın.. Sanki gün yeni başlamaktadır.. Kalabalık bir masadasındır.. Etrafta sesler dolaşmaktadır.. Gözlerini ne olduğunu anlamak için çevrede dolaştırdığında, bulanık da olsa bir ‘mekan’da olduğunu ve masadakilerin bir çoğunu tanımadığını görürsün..

Yanındakini tanırsın; çocukluk arkadaşındır bu... Aynı mahallede büyüdüğün o pinti çocuk.. Ona baktığında, sana kanlı gözlerle bakıp gülen suratını gördüğünde anlarsın bu durumu...

“Hadi kalkalım artık buradan.” demişsindir; içinden gelerek... O da masadakilere artık kalkmak zorunda olduklarını, sabah işe gideceklerini belirterek izin ister.. Ama şöyle de der: “Bizimle kim geliyor?”

Seni uyandıran kadehi kaldıran kadın, “Ben geliyorum.” diyerek sana masum bir bakış atar... “Off” dersin içinden nedendir bilinmez... Bir ses daha duyarsın masanın bir köşesinden “Ben de geliyorum.”

Kafanı o tarafa döndürene kadar, mahalle arkadaşının “Tamam o zaman; hadi.” lafıyla rahatlarsın..

Tanrım, ne kadar çok içmişsindir.. Utanacak zamanı bile bulamamışsındır.

Arı vızıltılarını andıran sesler arasında o mekandan uzaklaşırken, iki kadın ve mahalle arkadaşınla ıssız sokaklarda dolaşmayı istemediğini hissedersin..

Yollar sanki hiç bitmeyecek gibidir.. Nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmek istemezsin.. Kendi seçeneğini yaratamayacak kadar acizsindir çünkü.. Seni görüşün değil, sunulanlar arasından seçtiğin şıklar ifade edecektir...

“Ahh!” efekti verirken sen, yılgın bir şekilde, kendinize gelmek için uğradığınız büfede tost yemektesinizdir.

İşte o an, bir ses çıkar senden: “Hadi bana gidelim.”

Çünkü yakındır evin..

Uyurgezer bir şekilde dolaşırken ıssız sokaklarda, senden gayrı kahkalar arasında ‘Galata’ya yani evine yaklaştığını çözümleyerek kendine gelirsin..

Sokakta karşılaştığın ayyaşların bir önemi yoktur o zaman.. Apartmanının kapısında anahtarlarını çıkarıp içeri girmeden önce, 80 yıllık kapı tokmağını üç kere tıklatmayı da unutmazsın..

Kahkahalar içinde evine çıkılırken, arkanda kalan misafırler umrunda değildir. Kimin kapıyı ardından kapattığına dikkat etmezsin evine girdiğinde... Yüzünü yıkayıp, odana çekilirsin.. Uzanırsın...

***

‘Ak sakallı dede’ girer kapıdan...

Ama sen odanda değil, köhne bir hapishane koğuşundasındır... Yatağında, ellerin ve kolların kelepçelere bağlı... Zaten ‘dede’ de oduncu gömleği değil gardiyan kıyafeti giymektedir.. Sana

“Suçunuz nedir?” diye sorar..

“Suçsuzum.”

“Suçsuzum demek için mi girdin kodese?” diye sorduğunda şöyle bir ses çıkarmışsındır:

“Şsennn, bbmm kmmi ddgmmuu bmmmmsssnn...”

Ağzından çıkan seslere şaşırarak, ayılırsın....

Tanrım, ne kadar sarhoşsundur...

***

Kendine geldiğinde, o geceyi beraber geçireceğini anladığını kadının, odandaki kirli mumlardan birini yaktığını ve karşında soyunmakta olduğunu farketmişsindir..

“Biraz hava almalıyım.” dersin ona; üzerindeki son parça dekolteyi çıkarırken o...

“Şimdi mi?” der haliyle...

“Evet” dediğinde çoktan yataktan fırlamış ve kapıyı kadının suratına çarpmışsındır..

Evinden çıkıp, 80 yıllık tokmağını arkada bıraktığında sokaklardan yokuş aşağı inmekte olduğunu anımsarsın.

Dar sokaklar sıkmıştır seni.. Güzel bir yaz gecesi, biraz hava almak için, deniz kenarına inmeye karar verirsin..

Arkana bakmadan yürüdüğün sokaklar, seni Karaköy Meydanı’na götürmüştür. Su sesi duymak istersin, Galata Köprüsü karşındadır işte..

Sokaklarda kimse yoktur birkaç ayyaş ve ‘ayyaş araç’ dışında...

Köprü senindir... Köprüye çıkar ve cebinde ne olduğuna bakmak istersin.. Karıştırdığında, son sigaranın cebinde kırılmadığına şükrederek onu yakacak birisini bulmaya çalışırsın..

Uzakta, birkaç ses duyarsın.. Onların yanına gidersin...

Üç küçük zenci ve bir kadına aittir bu sesler... ‘Üç küçük’ten korkup, elinde sigara olan kadına “Ateşinizi alabilir miyim?” dersin yaklaşarak.

Ve dördünün suratına umarsızca bakarken, köprünün diğer tarafında, arabanın camından kafasını çıkartmış sana isminle seslenen birisinin, bir taksiyle geldiğini görürsün.. Mahalle arkadaşındır bu...

O sırada ateş istediğin ‘Kadının Tokatı’ ile sarsılır, ‘üç küçük zenci’nin tekmeleriyle yere yığılırsın..

Bilincini kaybederken, en son, acı ve nefretli küfürler duyarsın...

***

Kendine geldiğinde, üzerinde hafif bir pike varken seni bir garson kaldırır.

Tanrım, ne kadar çok içmişsindir.

Başın ağırır.. Etrafına bakarsın. Soğuktur.. Havadar bir yerdesindir; martı sesleriyle birlikte güneş yüzüne vurar. Yanında bir sandalyede mahalle arkadaşını yine senin gibi üzerinde ince bir pike, sarılı halde uyurken görürsün..

Galata Kulesi’nin tepesindesindir...

Bütün Haliç ayaklarının altındadır..

Her tarafın ağırıyordur.. Kaşının ve ağzının kenarlarında derin bir acı, baldırın ve belinde de büyük sızıntılar hissedersin.. Mahalle arkadaşının durumunun hiç de iyi olmadığını, morarmış kolundan anlarsın...

Garson “Bayım, artık servise başlıyoruz, gitmenizi rica ediyorum.” dedikten sonra, sen arkadaşını kaldırarak, artık gitmenizin gerektiğini, yoksa işe geç kalacağınızı söylersin.. Her zaman geldiğiniz Galata Kulesi’ne bu halde gelmişken bir daha gelmeye yüzünüzün olmadığını düşünürsünüz beraber asansörle inerken...

Yeni bir iş günü sizin için henüz başlamaktadır...

Kendinize gelmişsinizdir...

Bir an evvel işe gitmek ve evraklara imza atmak istersiniz...

Öncesi ve sonrası yoktur...

Bir yaz gecesi rüyasıdır çünkü bu...

Yaz

Kazanılmamış hiçbir şey

kaybedilmiş sayılmaz

İnsanların kendilerini ciddi hissetmesine sebebiyet veren ben, her halükarda gayriciddi olabilerek insanları eğlendirmeyi başarabiliyorum. Bu kuşkusuz ki kötü bir durum. Çevremde dolaşan herhangi bir toz bulutunu bile fark edebilecek dikkate sahipken çoğu zaman kendimle uğraşacak şeylere vakit bulamadığımı fark ediyorum. Bu da üzücü. Asla kendi kabuğuna çekilmiş kendi küçük hayatını yaşayabilecek bir insan olabileceğimi düşünmüyorum. Dolayısıyla ne yapıp edip kaba tabiriyle kitle ile iletişime geçecek yollar bulmayı düşünüyorum bu yüzden. Çok yıllar görmedim henüz üstelik gördüklerim göreceklerimin habercisi de değil. Örneğin düne kadar olgun bir adam olduğumu ve bundan memnun olduğumu düşünürken, bugün çocuk olarak kalmayı yeğleyebiliyorum. Büyümek ne kadar ölüme doğru gitmekse hayatta, yaşamak da o kadar doğru bir anlama sahip gözüküyor. İki ucu boklu değnek.

Yazamıyorum

Yazamıyorum.

Yazamıyorum.

Ancak bir şey biliyorum.

Yazacağım.

Şimdi Tatildesin Sen (Love Song Theme)

Şimdi tatildesin sen…. Güzel bu aslında…

Ama ben yokum oralarda..

Bu gün birisinden duydum… “Aslında bir ‘çizgi roman’da yaşıyor olsaydık gerçekten hiçbirimizin kostüm giymesine gerek olmazdı…” diyordu bana…

Seni gençliğimin pırıltılarında; kırmızı pelerinli kahramanım yaptım ben… O zaman işte günün adamı bendim… Gününü bekleyen bi anahtar gibi…

Nasıl yaparım ben diye soruyorum kendime:

Bütün bi hayatın baştan aşağı değişmişken ve artık nokta’n varken; neden bir damla gözyaşının peşinden gidiyorsun… Yırtık postallarımın altında ezdiğim çocukluğum sana pek gülümsemeyecek.. Bütün melodilerin tek bir anlama geldiği, bütün sözlerin bir kulaktan diğerine sadece yolculuk edebildiği bir menfii zaruretten nasıl sıyırmak isterdin kendini?

Ruhumun uçtuğunu hissediyorum sadece seni düşününce… Artık bunu istemiyorum ama.. Senin düşünmek istemiyorum artık… Artık ruhumu da seni de vücudunu da istiyorum ben..

Gülümsediğin her anın bir kare fotoğrafını çekip sıraya dizmek istiyorum tamam mı? Ya da öpmek istediğimde seni, gözlerini kaçırmandaki ‘ritüel’i seyretmek! (Ve Tanrı kadını yarattı!)

Her nefes alışını duyduğumdaki inleyişimin, ıslak kollarının arasında bitmesini istiyorum… Ya da teninin kokusunu ilk kez koklayışımdaki mutluluğumu görmeni…

Lütfen bağışla beni, düşkırıklığımın, yeniyetmeliğimin doruklarında ben; ilk sana aşık oldum!

Bi boka yaramayan sarhoş benliğimin dizelerinden feyz almaya çalıştım; bana daha da yakınlaşmanı beklerken…

Artık kimseye sükut ile yaklaşmayacağım. Kimsenin virgülüne nokta koymayacağım kıymetlim! Sen yeniden karşıma çıktın çünkü… Keşke yanında olsam… Parmaklarımı dolaştırsam iri kıyım saçlarının arasında… Gavur gerdanından başlasam öpmeye seni… Yanaklarında boğulsam… Dudaklarından bir nefes çekip; kalçalarına bıraksam…

Tanrı’nın lütfu benim buyruğumdur… Gökte uçan her kuşun bana öğrettiği iki şey vardır. Asla onlar gibi uçamayacağımdır birincisi. Asla benim gibi koşamayacaklarıdır da ikincisi…

Do diyez biraz pass mi geldi?

Kimin umrunda?

Kedi Dövüşü

Ayak bileğinin 'ince' yansımasına aşık olunabilecek 'ince'likte bir güzellikti bu... Bitmemeliydi... ama öyle olmak durumunda.. Onu daha ne kadar bir 'peri' yapıp cam fanusun içinde saklayabilirsiniz ki... İlk tanışma Michael Sembello'nun Maniac'ının çaldığı bir 80'ler barında çıkan kavganın ortasındaydı. Nasıl dansediyordu? Cevabı şuydu: Daha önce olmayan bir mahiyette....

Teninin kokusunu duyabilmek için bir ömür tüketmeye hazır beklerdin onu... Ama o bunları hiçbir zaman düşünemezdi... 'Kırık'lığı da buradaydı.. Frankie Goes To Hollywood çalarken barın duvarlarında, çalınmış gençliğinin elyazmaların doğmamış çocuğundan aldığın enerji ile duvarlarlarda tırnaklarınla kazımak isterdin...

İşte böyle bir güzelliğin karşısında sen tükettiğin çağının en hassas noktasında, o kirli çamaşırlarınla sen, Bobby Mc Ferrin dinlesen ne olur ki!!

O, birasından yudum alırken, sen viski ile ona yaklaştığında, ki kesinlikle nasıl yaptığına şaşırarak, her şey bir anda olmuştu..

"Size aşık oldum" demesi bu kadar zor muydu?

Ya da bu kadar zor muydu bir insanın, böyle enfes bir güzelliğe bakmayı becerebilmesi?

Gözlerini kaçırmadan sen, tüm 'nimet'inle dedin ki ona; o dans edene :

"......Selam.."

Ve o, işte tüm geceni karartırcasına, seni duyup da, duymamiş gibi yapıp, dans etmeye devam etti..

Sen sadece bakmaya devam ederdin.. öyle bir kızdı o...

Ya da sen öyle zannetmiştin..

Bile bile lades olur mu?

Tanrım, ne kötü bir orospu çocuğuydun!!

İkinci sınıf köhne bir orospu çocuğu!!

Ne güzel bir sırtı vardı... Kısa saçlarından süzülen terler, ince beline dökülüyordu; ona yaklaştın..

kokusunu duyabiliyordun... İçine, ama derinlere, çektin onu..

Shakespeare değil di bu, terdi...

Yann Tiersen mi çalmalıydı şimdi bilmiyordun ki..

Omzuna dokundun ve onu geri çektin...

Hayatın bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden, o dönerken...

Kızıl saçları sarmıştı her yeri...

Ve gözlerini, gözlerinde bulduğunda, tarifi imkansiz bir cömertlik yapman gerektiğini kibarca ifade etmen gerektiğini belli ettin..

Bonkör bi piçtin sen!!

Kız senden hoşlanmışken, çakmak gözlerinde, boğulmayı hayal ederken sen, ona bir yumruk attın!

Kızın, asla elde edemeyeceğin bir pırlantaya benzeyen, kavisli burnunu kırdın...

Huzursuz inlemelerinle sen, dansçi kızı yere yığarken bir yandan, gözyaşlarına mahkum bir durumda o barı terk etmeyi düşündün...

Air'in All I Need'i çalmaya başlamıştı...

Teybi kapattın, viskinden son bir yudum aldın, kalemi bıraktın ve yazdığın kağıdı köşedeki üçgen çöpe attın.

Harp

“Kendini ne sanırsın bre deyyus!

Kimden alıp kime verirsin elindeki ışıldağı?

Beni mi aydınlatacaksın,

Yoksa

Karanlıktaki geleceğimi mi?”

***

Bir kızın bana ‘deli’ demesinin bu kadar hoşuma gideceği bir günde Duran Duran’ın Ordinary World’ünün çalacağını asla tahmin edemezdim…

Her şey öğrenci olimpiyatlarındaki bir güreş müsabakasını izledikten sonra dişimi fırçalarken başıma geldi… 7 sene önce kırılmış ‘azı’ dişimin ne kadar da çok çürüdüğünü düşünürken buldum hayatın anlamını…

İşte o an kırık uçlu bir 2B kalemi falçata ile kazıdım. Taş plağın sesini açtım… İçine bozuk bi Ajda Pekkan albümü koydum… Ses şöyleydi: Çıtır… Çıtır!

Bir kaltağın sesinde buldum anlamı…

***

Hiç olmadığın bir güne olmuş gibi başlamaktı hayat belki de…

Devam ettin…

Hiç elinin gitmediği bir kirli süpürgeyle hoş bir ‘karafatma’ ezmiştin o gün eve girdiğinde…

Her şey yerli yerindeydi… O kadar sarhoştun ki, eve girdiğinde eşyaların hareket edip etmediğini kontrol ettin ilk önce…

Sola baktın; kardeşinin rafındaki boyalar ve fırçalar yerli yerindeydi…

Kitaplarına baktın; uykusuz kalmışlardı. Yorgun olduklarını düşündün…

Sağ tarafa geçtin… Boy aynasının önüne geldin ve kahkaha patlattın çünkü aynadakinin kim olduğunu bilemedin.

Kendine geldiğinde; ıslak bir kara deftere yumulduğunu anladın.

Önce bir yüzünü yıkadın… Sonra o defterin başına tekrar geçtiğinde okumaya başladın. Henüz birkaç sayfa yazılabilmişti… İlk sayfadan okumaya başladın…

Şöyle yazıyordu:

Post acı söyler!

Ne kahrolası şey bu dedin kendi kendine… Başka bişi de yazmıyordu..

Sayfayı çevirdin…Hiçbirşey hatırlamıyordun… Ama şöyle yazmıştın:

- Sana bir kadını anlatmak istiyorum… Hani bazen yapraklar düşer dallarından, büyük kuru ve ulu ağaçların…

- Tıpkısının aynısıdır hepsi… Renkleri dışında… Evet işte, renkler; o renkler belli eder kendini… Ya da ne kadar parçalanmış bir yaprak oluşunun önemi yoktur… Ya eflatunsundur ya da safran belki de kırmızı…

- Hayır, önemi vardır.. Ne kadar çatlamış olduğu yaprakların ya da renklerinin kıvamının… Bir sabunu ıslatmadan köpürmesini bekleyemezsin… Eğer ki bir yaprak dalından kopmuşsa inan ki utandığı içindir… Peşinden her mevsim gelecek nice yaprağın önünü kesmek istemez çünkü… Her sonbahar yeni bir yaprak mevsimidir aynı zamanda… İşte o yaşlı, kırgın ve boğazında anıları düğümlenen küçük yaprağın tek bir isteği vardır..... Yaşamak için son arzusu tek bir damla sudur… Bir damla su sadece…

- Peki

- Bir gün bir ulu çınarın önünden geçerken ben… Pırıldayan bi yaprak gördüm yerde… Kaldırım kenarındaki su birikintisine yaslamıştı sırtını, kırmızı ve hoş kıvrımlıydı… Ulu çınarına yakışır derecede heybetli olduğu belliydi… Ama artık güçsüzdü… Eskiden, estiğinde, ki estimiydi, asla boyun eğmediği, dansettiği rüzgar, onu şimdi sonsuz diyarlara götürebilirdi… İşte o su birikintisine sırtını dayamış bu yorgun yaprağı gördüm ben yerde… Kırmızı ile yeşilin arasındaydı… Saklamak istedim kendime… Aldım onu… Gittim ve kitapçının birinden kara kaplı bir defter satın aldım; düz çizgili… Yaprağı içine koydum…

Mezarını kazdığım yaprak benimdi artık… Onun öylece benim olmasını istedim. Sadece benim. Defterimi temiz bir beze sardım…İlk üç sayfasını yaprağıma; tabut yaptım kitabımın.. Sonra çevirdim ilk sayfasını…

- Ve bana anlatacağın kadını yazdın!

- Hayır... Nasıl yazabilirdim ki… Tanımıyordum bile onu… Hayatımda ilk kez sadece sorularıma verdiği yanıtlarını anlayamadan birisinin; ondan çocuk sahibi olmak istediğimi nasıl anlatabilirdim ki... Daha sesini duymadığım bir gülümsemenin peşinden gitmenin ne demek olduğunu nasıl bilebilirdim ki… Sigur Ros’un bir çok parçasında kendi dillerinde ‘yu so’ sözünü kullanmaları kadar sıkıcı olabilirdi…

Ama öyle olmadı…

-Ve beni buldun!

- Gerçekten büyük bir kabus görmüş olabileceğim ihtimalinin olmadığı bir gecede senin ismini haykırarak uyandığımda seni kesinlikle tanımamam gerektiğini düşünmüştüm aslında…Korkmuştum. O gece kar yağıyordu. Her yer bembeyaz olmuştu. Uykum açıldığında genellikle ne yapacağımı bilemez bir vaziyette bir sağa bir sola döner sonra da tuvalete gidip işer; tekrar yatakta dönmeye devam ederdim. Ama bu kez farklı birşey yapacaktım. Çünkü uzun süreden beri rüyamda ne gördüğümü ilk kez hatırlıyordum. Aslında bu rüyayı yıllardır görüyordum. Hep aynı rüyaydı. Ve artık çok sıkılmıştım. O gece işte bağımlısı olduğum o rüyanın ne olduğunu bir kez daha hatırladım…

- Neymiş merak ettim?

-Uykudan kalkıyordum rüyamda. Kar yağıyordu. Bir rüyadan uyanmıştım. Aynen yaşadığım şeyleri görüyordum. Aynı sefer sağa aynı sefer sola dönüyordum. Sonra yatağımdan kalkıyor kardeşimin yanına gidiyor ve kırmızı beresini arıyordum. Rüyamı hatırladığımda da aynısını yaptım. Kardeşimin yanına gittim ve kırmızı beresini aldım. O an işte yıllardır gördüğüm rüyanın, uykumda seni sayıklayarak uyandığım gecenin aynısı olduğunu fark ettim. Hiç şaşırmadan altıma temiz bir pantolon ve üstüme kalın bir kazak geçirdim. Her şey rüyamda yıllardır gördüklerimin aynısı gibiydi…Kendimi oluruna bıraktım…Çok eskiden bir arkadaşımdan Norveç’li balıkçıların giydiği kalın montlardan almasını istemiştim bana… Fakat bir gün montun kolunda büyük bi yırtık açınca giymez olmuştum onu. İşte o gece aynen rüyamdaki gibi balıkçı olmak istedim. Her zaman giydiğim ince bez ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Atkımı boynuma sardım ve kırmızı beremi de takıp dışarıya çıktım. Nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilemiyordum ama her şey kendiliğinden gelişiyordu. Bunu hissediyordum. Evimin bulunduğu sokağın sonuna gitmeye karar verdim. Dışarısı bembeyazdı. Bütün ağaçlar bahar gelmiş gibi çiçek açmıştı sanki. Dallardan sarkan karlar hariküladeydi… Bütün arabalar o kar yığınının içinde sanki birer büyük kibrit kutusu gibiydiler. Yüzüme çarpan karları daha iyi hissetmek için sonuna geldiğimde sokağımın durmam gerektiğine karar verdim. Etrafıma bakıyordum. Cebimde az para, not defteri, kalem ve içecek bir kaç sigaram vardı. Telefonumu almayı unutmuştum. Zorla yürürken o kar yığınlarının içinden etrafın ne kadar sessiz olduğunu düşündüm. Sokağın sonuna gelince durdum; başımı göğe kaldırdım. Köşedeki sokak lambasına baktım. Sayısız kar tanesi görebiliyordum. Ve yüzüme çarpan yüzlercesini…Bu müthiş bi duyguydu benim için. Ama şimdi ne yapacağımı bilmiyordum. Evime dönmeye karar verdim. Orada sokağın sonunda birkaç dakika bekledikten sonra apartmanımın önüne geri döndüm. Bir sigara yaktım. Ve olacakları beklemeye başladım. Lapa lapa kar yağıyordu. Ama hiç üşümüyordum. Etrafta hiçbir ses yoktu. Eğer İstanbul’da oturuyorsan. Ve Boğaz’ın paralel yakalarındaki semtlerde oturuyorsan; yüzünü deniz tarafına verdiğinde nerde olursan ol mutlaka denize ulaşırsın. Apartmanımın önünde öylesine dururken ve sessizken her yer; yukarıda ama alçaktan uçan bir martı üzerimden geçti.Yüzümün dönük olduğu yöne giderken gördüm onu yukarıda karların arasından ona bakarken. İşte o zaman geldi aklıma yüzümün boğaz denizine dönük olduğu… Kararımı vermiştim denize ulaşıncaya kadar karşıma ne çıkarsa çıksın; şu an durduğum yerin doğrultusunda düm düz yürümeye devam edecektim. Ama ilk durduğum doğrultudan sapmayacaktım. İlk iş olarak elimdeki sigarayı söndürdüm. Önümdeki öncelikli engel olan karşı apartmanı, sokağı dolaşıp önüne geçerek aştım. Bu hizza doğrultusunda çok dikkatli olmam gerekiyordu. Kendime düşsel bir çizgi çizmeliydim. İlk engelden sonra rahattım önüm açıktı çünkü. Yolu geçtim. Mahallemdeki ilköğretim okulunun yan bahçesinden geçip eski bir hastanenin çitlerinden atlayarak yoluma devam ettim. Tahminime göre yolculuğum bir buçuk saate yakın sürecekti. Gün doğumunu deniz kenarında İstanbul Boğazı’nı izlerken yakacağım bir sigara ile kutlayacağımı tahmin etmiştim. Sana burada yolculuğumun tüm ayrıntılarını anlatmayacağım.. Belki başka bir zaman…Ama şunu söylemeliyim; apartmanımın kapısında durduğum ‘hizzamı’ korumakta hiç zorlanmadım nedense o gece… Yıllardır gördüğüm rüyamın içinde olmanın verdiği heyecanla karşıma çıkan tüm engelleri bir bir aştım. Ya sağa dolanıyor ya sola ya da bir hendekten atlıyordum. Yokuş çıkıyor yokuş iniyor ama inan ki nereye gitmem gerektiğini çok iyi biliyordum. Kimi zaman birilerinin evlerinin bahçelerinden gizlice geçiyordum. Bunu yapmak zorundaydım çünkü aynı doğrultuda gitmek istiyordum.

Tahmin ettiğim gibi bir buçuk saate yakın bir sürede Ortaköy’e varmıştım. Yıllar önce yanan o okulun doğrultusunda olduğunu bilmezdim ben evimin. Hala onarılmamıştı. Eski ama şık bir binaydı. Ve üzerinin karla kaplı halini bir görmeliydin. Gözü yaşlı bir anne gibi ağlıyordu körolası! Denizin önüne gelene kadar yürümeye devam edeceğimi söylemiştim kendime… Tüm o gece yaşadıklarıma şaşırmıyordum; çünkü rüyamın gerçekleşiyor olduğunun farkındaydım. Denize yürümeye devam ederken, okulun bahçesinin otopark olarak kullanıldığını gördüm. Ve o karlı gecede rüyamda olmadığını kesinlikle bildiğim bir şeyin farkına vardım. Çünkü rüyamın sonuna okulu gördüğümde zaten gelmiştim. Dümdüz yürüdüğümde evimden boğaza doğru ben, o soğuk ve karlı kış gecesinde denizin önünde senin arabanla karşılaşmıştım. Otopark’ta duvar kenarına dizilmiş birkaç araba varken sadece seninki burnunu boğaza çevirmiş sırtına okulun yanık ahşaplarını almış öylesine duruyordu. Arabana doğru yürüdüm. Hala rolantide çalışıyordu. Kar yağdığı için bütün gece her yeri karla kaplanmıştı. Camları da.. Sürücü tarafına geçtim ve arabanın ön camını sildim. Kahretsin! Kahretsin…

- İyi misin?

- Seni gördüm! Yalnızdın ve uyuya kalmıştın. Başın sağa yaslanmıştı. Sürücü koltuğunu tam kıvamında geri yaslamıştın. Ben de öyle severdim. İki elini birleştirerek bacaklarının arasına sokmuştun üşümemek için… Kalın bir atkı ile sarmıştın kendini… O kadar güzeldin ki… Otoparktaki tek sokak lambasının seni bu kadar güzel aydınlatabileceği başka bir yer yoktu… Karla kaplı camların arasından seni izlemek gündoğumundan daha iyiydi. Öylece durdum başında… Sadece izledim seni… Havanın ağarmasını beklemem gerekmediğini bir sigara yakmak için yüzümü boğaza döndüğümde anladım. O kadar güzeldin ki, gün ışığı umrumda değildi... Soğuk yüzünden donarken ben ve karlar altındayken vücudum saatlerce yürüyerek geldiğim boğaza sırtımı çevirmiştim ben… Saatlerce de uyumanı izleyebilirdim. Nefes almak gibiydi. Her nefeste bir sonraki… Her nefeste bir sonraki…İşte o an sen uyurken, eğer uyanık olsaydın sana neler sormak istediğimi düşünmeye başladım ve not defterimi cebimden çıkardım. Sana sorular yazdım. Neden karşında tırnak kemirdiğimi sorana kadar sormaya devam ettim kalemimle… Artık şehrin sessizliği yerini siren seslerine bırakıyordu. Martılar hırçınlaşıyor ve sürüler halinde dolaşmaya başlıyor; büyük bir uğultu tüm boğazı kaplıyordu.

Fakat ben acıktığımı ve bişeyler yemem gerektiğini düşündüm. Seni saatlerce izledikten sonra sorularım da hazırken üstelik, biraz ilerideki kafeye gidip ikimize bişeyler almaya karar verdim. O güzel uykundan kaldıracaktım seni! ‘Kalk sabah olmuş.’ diyecektim belki…Kafeden elimde iki kahve ve atıştırmalık bişeyler ile döndüğümde arabanı yerinde bulamamak çok acıydı…Gitmiştin… Elimde kağıtlarım, sorularım, umudum ve iki kahve ile ben dizlerimin üzerine çöktüm. Gözyaşı akıtıp akıtmadığımı bilemeyecek kadar üşümüştüm o sabah… Bir sigara içmek istedim. Fakat sigarayı kafe de unuttuğumun farkına vardım. Kafeye yürüyene kadar başımı dik tutamadım. İki kahveyi de bitirdim. Başım önümde kafeye girerken kapıda sana çarptım! İşte o yüzden, çarpıştığımda sana ismini sordum…Az önceki heyecanlı konuşmamın sebebi buydu. O yüzden kahve ısmarlamak istedim. Ve bir kadını anlatmak istedim.

-Peki şimdi mutlu musun?

- Belki… Ama şuna eminim; o gece dediğim dün geceydi. Ve senin ismini haykırarak kalkmıştım rüyamdan… Ne daha önce duymuştum ne de daha sonra duyacaktım. Eşsiz stealdrum’dan çıkan birkaç ufak ses gibiydi… Yürek parçalıyordu… Tekrar ve tekrar söylemek isterdin. Geriye sarıp baştan dinlemek… ‘Fazla’ kelimesinin dile getirilmediği bir bahçe ahengini bozarak ben ilk ve son kez diyorum ki:

Öp beni!

- …

- Öp beni!

- …

- Hadi…

- …

- Yoksa ben seni öp…

- …

- …

- …

- Bağışla beni!

-Nerede oturduğunu anladım; seni evine bırakmamı ister misin?

- …

***

Ve bitiyordu! Yazdığın şeyler bu kadar kısa sürmüştü işte…Gözyaşlarını boşalttığın ıslak defterde yazan sadece buydu…O dalından kopmuş yaprağı bulmak istedin.. Sayfaları karıştırdın… Ama yaprak; defterinin arasında yoktu… Ne olmuştu?

İşte çürük dişinle uğraşırken sen, fırçalarken dişlerini, tam da boyaynasının karşısında aklına gelen oydu! Sen ki bir yaprağın düşüşüne küstahça yaklaşan hararetinle, boyaynasında kendi suretinin, hatırladın o yaprağa ne olduğunu…

Soluyan senin ciğerlerindi; kalp senin, kaftan senin;

O yaprağın latifesinde sen, keyiflenip ateşe atmıştın onu… Tekrar eski kırmızı günlerine dönmesini istemiştin yaprağın… Döndü ama kül de oldu..

Fırçaladıktan sonra dişlerini, ağzını temizlerken şunu mırıldanmıştın:

Hayatın anlamı, kıçımın kenarı!

Bunu ben yaptım; evet!

Bunu ben yaptım; evet!

Heidi

Belki de en alçakgönüllü tavrınla sen, kimsenin yaklaşmasına kendine, izin veremedin. Bunu düşündüğünde küçük bir erik ağacı dalıyla toprağı eşeliyordun.

Bir Hamamböceğinin Macerası

Kendi kendine 'Nedir bu çektiğim' dedi; o anda bahçenin kapısından hiç tanımadığı ve asla tanımak istemediği bir kapıya doğru girmekte olan hamamböceği... Ağır ve sakin adımlarla.. Ev sakinlerinin sesleri dolaşıyordu; ayak sesleriydi bunlar... Işığı görüyordu.. O gece çok yorulmuştu. Önce, uzun süredir barındığı konağından yani bahçenin diğer tarafındaki evlerden birinin fırınından kovulmuştu.. Nedeni ev sahibinin bir eti pişirmek istemesiydi. Yola erken çıkmıştı kızarmadan... Bahçeden geçerken bir kedinin saldırısına uğramıştı. Kedi meraklı bakışlar neticesinde pençesiyle ona oyun oynuyordu. Kendini zor kurtarabilmişti elinden. Koşmuştu hızlı adımlarla... Bir hamamböceği nasıl koşabilirdi? Ne kadar? İşte o da öyle koşmuştu...

Günler geceleri geceler günleri kovalamıştı.. Yolda geceleri çekirgelerle ve gündüzleri de karıncalarla dost olmuştu... Hatta bir karınca sürüsüyle yolculuk etmişti. Onun için fazla hızlıydılar. Yoruluyordu.. Bir akşam üzeri bir çocuğun ayağının altında ezildiğini görmüştü o sürünün çok sonra... Zorluydu yolculuğu ama başaracağını, başarması gerektiğini biliyordu.

Yolculuğunun en zorlu tarafı, karnını kolay doyuramayaşıydı. Sıcak bu sefer onu bunaltmıştı. Bir gün bir kaplumbağa ile tanıştı. Kaplumbağa ona yakınlardaki bir eve doğru gittiğini söyledi. isterse kendisine yardımcı olabileceğini söyledi. Hamamböceği de onun sırtına çıktı; kayamayacağı bir yer olarak kaplumbağanın kabuğunun en üst kısmına çıkmayı yeğledi... Böylelikle kaplumbağa ve hamamböceğinin yolculuğu başlamıştı..

İyi anlaşıyorlardı... Hamamböceğinin karşısına çıkması onun belki de kendisini şanslı hissetmesini sağlamıştı. Çünkü Hamamböceği'nin bunu hissedecek vakti olmamıştı. Beraber yol alıyorlardı. Birileri kaplumbağayı sevmeye başladığında o tutunduğu kabuktan atlayıp bir kenara çekilip, kaplumbağanın kendisini almasını bekliyordu.

Her seferinde kaplumbağa onu biraz bekletir ve özür dileyerek sırtına alır yollarına devam ederledi.

Uzun süre sonra gerçekten yorulduğunu hissetmişti hamamböceği... Kaplumbağa onu işini gördüðü ve ayak seslerini duyduğu evin kendisinin son durağı olacağını söylemişti. Hamamböceği de kaplumbağanın kabuğundan inmiş, kendisine teşekkür etmişti. Sonra evin yakınlarında beklemeye başlamıştı. Bir süre sonra kaplumbağa ev sahiplerinin ayak sesleri ve neşeli gülüşmeleri tarafından karşılandı. Bahçe kapısının önündeki kaplumbağa evsahipleri tarafından kucağa alınıp içeri götürüldü.

Hamamböceği yolculuğunu burada bitirmek istemedi. O da kaplumbağanın arkasından gitmeye karar verdi. Çünkü içinde onu bırakmak istemedi. İyi dost olmuşlardı. Hamamböceği o gece fırsat kelimesinin ne olduğunu öğrenmişti. Ama bunu dile getiremezdi...

Yürüdü ve yürüdü; arkasına bakmadan....

Bahçe kapısına yaklaşmıştı. Ayak seslerini duyuyordu.. Işığı görmüştü... Gülüşmeler vardı...

İçeri girdi. Sıcağı hissetti. Yemek kokuları vardı etrafta.. Kalabalıktı.. Çokça ayak sesi vardı. Pür dikkatti..

'Hadi Canan' demişti galiba birisi... 'Bırak o kaplumbağayı artık; gel buraya'.. Ya da bizim hamamböceği öyle anlamıştı.. Sıcak bir yemek kokusu alıyordu. Oraya yöneldi.. Bir fırın bulmuştu... İçine girdi. Daha yeni yapılmış bir hamur kızartması gördü... Müthişti onun için yorgundu ve iyi bir ziyafet çekebilirdi. Börek denilen aslında kendisi için yastık sayılanlardı o kızartmalar... Birisinin içine girdi.. Yorgunluğunu gidermek için biraz uzanıp etrafı koklamakla yetindi. Sonra ilk yudum, bir sonrakini izledi.. Kaplumbağa dostunu pek merak etmiyordu. Nasıl olsa onunla her yere giderdi.. Onu bulurdu....

Yemeğe devam etti.. Sonra bir gürültü ile irkildi.. Fırının kapağı açılmıştı.. Bir el içinde olduğu ve karnını doldurduğu hamur parçasına uzandı.. Her şey bir anda olmuştu. O kadar hızlı değildi.. Etraf çok sallanıyordu. Hiçbir şey anlamadı. En az sallanan sabit olarak yerinde durabileceği, köşeye geçti..

Ve bir gürültü koptu, az önce kendisinin otlandığı kızarmış hamurların olduğu kısım gözlerinin önünde ortadan kaybolmuş... Ve neredeyse açıkta kalmıştı. Karşısında bir ağız görüyordu. Onun yediği bütün lokmaları bir kerede defalarcasına yemişti o...

İşte o zaman sıranın kendisine geleceğini anlamıştı... Saklandı korktu...

Sonra o ağızın kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu gördü.. Emindi eğer bu korktuğu ağız onu farketseydi, kendisini içine almak istemezdi..

Işık giderek azaldı, ağız açıldı ve hamamböceği kendisinin giderek kararan ve sonunda karanlığa gömen bir ağızın içine girmekte olduğunu anladı.. Artık çok geçti..

Büyük bir hüsrandı.. Onun için çok yol tepmişti.. Artık sonunun geldiğinin farkındaydı.. Ama işte o an bir şey oldu...

Bir ses duydu.. Sanki birinin inlemesiydi bu... Öyle bir sesi daha önce duymamıştı. Sanki o ağız onu farketmişti... Birden ıslak bir şeyler etrafını sardı.. Bilincini kaybetti..

Kendine geldiğinde yerde yemek parçalarıyla birlikte ıslak bir şekilde duruyordu.. Herkes ona bakıyordu.. Bir ses duydu; ses kaplumbağayı elinde tutan kızdan geliyordu sanki şöyleydi: "Afiyet olsun Can.."

Ve hamamböceği oradan kaçtı, hiç arkasına bakmadan... Yine kaçıyordu.. Herkes ona bakıyordu o kaçıyordu... Yeni bir maceraya arkasında yeni tanıştığı kaplumbağayı da bırakıyordu..

Yine "Nedir bu çektiğim" dedi kendi kendine... Koşuyordu.. Ona dinlenmek yoktu.. Koşuyordu.. Mutsuzdu.. Uzakta bir çekirge gördü... Ona doğru koşuyordu...

Tek hatırlayabildiği buydu...

Kendine sadece şunu diyebiliyordu, bir daha ve bir kez daha

" Nedir bu çektiğim..."

Döküment

“Yine yeni bir gün” dedi; artık ölmek için bile can çekişecek enerjisi kalmamışken güzel ve güneşli bir pazar sabahında kendisine kahvaltı tabağını uzatan hemşireye: “Bazen güneşi görmenin ne kadar sıkıcı olduğunu asla tahmin edemezsiniz hemşire hanım.”

“Yine çok gevezelik yapıyorsunuz Kemal Bey, günaydın demeniz yeterliydi.”

Kemal Bey, son 9 ay 10 gündür aynı hastanenin aynı 13 metrekarelik odasında kalıyordu. Pek ferah sayılmazdı. Ama hasta yatağından kalkamayan ve ölümünü bekleyen biri için gayet de ‘başarılı’ bir odaydı. Kanserdi ve çok yakında ölmesi bekleniyordu. Artık doktorların gelip durumunu kontrol etmesi Kemal Bey için önemsiz bir hal almıştı. Yüzlerine bakamıyordu bile. Umudu tükenmişti. Görmek istemiyordu onları. Kimsesi de yoktu. Sadece her pazar akşamı, 23 sene yattığı cezaevinde dost olduğu gardiyan arkadaşı Selim uğrardı yanına. Aslında Selim Bey’in uğramasının bir sebebi de hastanenin kendi evine yakın olmasıydı. Ama bilirdi Kemal Bey’in yalnız olduğunu. O koskoca hastanede, her gün birilerinin gözyaşlarını duyduğu hastanede, Kemal Bey hiçbir kimsenin kendisi için gözyaşı dökmeyeceğini bile bile hayatına veda edecekti. Artık hissediyordu. Onu, nefes almakta bile zorlanan Kemal’i, hasta yatağından kaldırabilecek tek şey, az önce kendisine çok gevezelik yaptığını söyleyen Hemşireydi. İsmi Güldü. Gül mesai saatleri dışında da Kemal Bey’in yanına uğrar, onunla sohbet ederdi. Şu 9 aylık sürede tek yakını Gül olmuştu. Gül orta yaşlı ve dul bir kadındı. Kemal Bey ile bazen beraber gülerler, bazen de Gül Kemal bey’in omzuna yaslanır ağlardı.

Kemal Bey iyice çökmüştü. Akciğer kanseriydi. Ve yaşamakta zorlanıyordu. 58 yaşında biri için talihsizlikti.

O sabah ölmek istiyordu.

Gül’ün nabız atışlarını ölçmesini seyretti. Saçlarını toplamasını. Perdeleri açmasını. Terliklerini yere sürtmesini... Sırtını bile sıyıracak kadar enerjisi yoktu Kemal Bey’in. Gül geldi; dolaptan yeni ve temiz bir tişört çıkardı. Dün gece çok terleyen Kemal Bey’in tişörtünü değiştirdi. Kemal Bey siyah giymeyi severdi. Bu sabah Gül hanım ona beyaz bir tişört giydirmişti. “İşte ölmek için güzel bir gün” dedi kendi kendine. Gül hanım ona “Başka bir arzunuz var mı Kemal Bey” diye sordu. “Gitmeni istemiyorum. İki dakikanı bana ayırır mısın. Sana birşey söyleyeceğim.” Dedi.

“Ne oldu Kemal Bey? Kendinizi iyi hissetmiyor musunuz?”

“Hayır” dedi. “Tam tersine bugün kendimi çok iyi hissediyorum. Bunca zamandır o kadar çok şey konuşuyoruz seninle değil mi gül?”

“Evet, Kemal Bey?”

“Senden bir ricam olacak. İki gün sonra elinde bir tutam çiçekle babamın mezarına gidip çiçekleri ona bırakmanı istiyorum. Akşamcı çalışıyorsun değil mi o gün sen?”

“Evet Efendim”

İyi işte sabah gider babamın mezarına bırakırsın o çiçekleri. Bir de senden boş bembeyaz bir sayfa ve bir zarf istiyorum. Oraya bir şeyler karalayacağım. Onu da oraya bırakmanı istiyorum. Babamın ismi Emrullah tır. Eyüp mezarlığının tepesinde yatar. Her sene ona bu çiçeği ve mektubu armağan ederim. Bunu benim için yapar mısın Gül?”

“Tabiki Kemal Bey, bunu seve seve yaparım. Ben kağıt ve zarfı getiriyim.”

Gül odadan çıkarken ona hiç hissetmediği bir tebessümle baktı Kemal Bey. Gül hemen geldi. Zarfı, kağıdı ve kalemi yatağının başına bıraktı. “Bir saat sonra uğrar alırım sizden o zarfı.”

“Tamam” dedi Kemal Bey. “Bu arada” dedi Gül “Okunaklı yazın ki babanız daha rahat okuyabilsin?”

Güldü Kemal Bey. “İki günlük izninde ne yapacaksın Gül?” Gül izin almıştı o iki gün. Çocukların dan küçük olanı, ki iki kızı vardı, rahatsızlanmıştı onunla ilgilenmesi gerekiyordu. “Benim ufaklık çok nazlı. Onu da iyileştirmem gerekiyor.”

“İki gün sonra görüşürüz o zaman Gül. Selam söyle çocuklara benden. “

“Söylerim. Hadi artık yazın şu mektubu.”

Gül bir saat sonra odaya tekrar döndüğünde Kemal Bey mektubu çoktan yazmıştı. Mektubu aldı ve kemal Bey’in tepsisini de alarak “Kendinize iyi bakın kemal bey. Bir şey olursa buradayım biliyorsunuz. Birazdan işten çıkacağım. Görüşürüz.” Dedi.

Kemal Bey ona sadece gülümsedi.

Gül arkasını dönüp giderken ona seslendi.

“Gül!”

“Efendim”

“Yok birşey. İyi tatiller sana.”

Gül sırtını döndü ve odadan çıktı.

Gül Hanım iki gün sonra Eyüp mezarlığına gitti. Sabah sabah çok güzel kokuyordu orası. Güzel de bir gündü. Karanfil almıştı Kemal Bey’in babası için. Emrullah Bey’in mezarını ararken, hayatının en büyük hüzünlerinden birini yaşadı. Emrullah Bey’in mezarını bulmuştu. Kemal Bey’inkini de... Emrullah Bey’in mezarının yanında yatıyordu Kemal Bey.

En son görüştükleri gün ölmüştü Kemal Bey, ama Gül hanım bunu bilemezdi. Kızıyla ilgilenmekten unutmuştu Kemal Bey’i. Hastaneden kimseyle konuşmamıştı. Çünkü nefret ediyordu oradan. Kemal Bey’in üzerine örtülmüş taze toprağı elleriyle avuçladı gül. Diz çöktü önünde. Karanfilleri mezarının başına bıraktı. Henüz mezar taşı bile yoktu Kemal Bey’in. Üstelik kimsenin mezar taşı yaptıracağı da yoktu. Kendisi de yaptıramazdı. Kemal Bey’in kendi yazdığı mektubu nereye bırakacağına karar veremedi. Babasının mezarına mı yoksa Kemal Bey in mezarına mı bırakmalıydı. Gözyaşları içinde zarfı açmaya karar verdi.

Zarfı açtığında gördüğü şey. Asla unutmayacağı ve her hatırladığında boğazının düğümleneceği bir şeydi. Kemal Bey, evet Kemal Bey, öleceğini hissetmiş, üstelik ölmek için hiç çaba sarfetmemiş olan Kemal Bey, zarfın içinde üzerine hiçbirşey yazılmamış bembeyaz bir kağıt parçası bırakmıştı. Kağıt parçasında çok şey yazıyordu aslında. Ama hiçbirşey yazmıyordu.

Gül hanım Kemal Bey’in mezarına bir daha gidemedi.

Bir Belgesel Projesi İçin Kendini Anlatma İsteği

Esbjorn Svensson Trio’nun yeni albümü Viaticum çalıyor Nezih ağabey bi yandan bunları yazarken… Svensson “Neden piano” sorusuna “Evde başka çalacak bi enstrüman yoktu da ondan..” yanıtını vermiş zamanında… Sen de şimdi “Bu yazı da ne Can?” diye soracaksın bana… Ben de “Başka çarem yok da ondan” diyeceğim sana…

Kırmızı Başlıklı Kızın Hikayesi gibi bişi yazmayacağım sana… İlk tanışmamızdan beri beraber çalışmayı bişiler yapmayı istiyorum. Bunları aylar önce Bebek Kahve’de ikimiz oturur konuşurken de söyledim. Bu proje benim neden ilgimi çeksin; herkesin çalışmak istediği Nezih Ünen ile çalışmak istediğim için mi? Ya da Anadolu’nun her tarafını gezecek olmam mı? Ya da yeni insanlarla tanışmak mı? Yeni yerler görmek mi?

Edward Said’in Şarkiyatçılık diye bi kitabı var… Orada okumuştum şarkiyatçılığın ne olduğunu… Filistinli yani Ortadoğu’lu bir yazar bu, öldü geçen sene, büyük bi dilbilimciymiş… Ondan öğrendiğim, Doğu’nun neresinde olduğuydu Türkiye’nin… Hayır o söylemedi… Anladığımdı o… Oryantalizm denilen şeyden dolayı biz anlayamıyoruz nerede olduğumuzu.. Hep başka birileri bizden olmayan birileri bişiler yapmış bizim için… Pierre Loti örneğin… O köylü kadınım, o bakırcı ustam kendini bir türlü ifade edememiş… Biz de aynayı bir türlü kendimize çevirememişiz. Sonra yıllar geçmiş bir Yaşar Kemal çıkmış.. Bir Ara Güler çıkmış bir Yılmaz Güney çıkmış örneğin… Ben bu projeyi bunlarla kıyaslamıyorum ama… Bakış açısı olarak; bizi yansıtacak bir şey olmasını diliyorum. Genç birisiyim. Herkesin kendi hayat deneyimi kendisinedir.. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değildir kimse… Olmamalı da…

Aslında halk kültüründe kalan bişeyin üzerinde prodüksiyonla değişiklikler yapılmasına karşı olan birisiydim. Bir kopuz ile bir gırtlağın neler yapabileceğini dinleyerek Erkan Oğur’dan öğrendim ben… Neden bu örneği verdim? Ben ilk bu proje fikrini duyduğumda aklıma Erkan Oğur’un Bir Ömürlük Misafır albümündeki Sis isimli parça geldi… Aydın Esen ve Erkan Oğur beraberler… Birisi perdesiz gitar çalıyor birisi de kuyruklu piyano… O kadar güzel bir şeydi ki o benim için her zaman dinleyemem o parçayı… Doğu-Batı yoktur orada.. Orada aynı şeyi farklı dillerde hisseden bir mucize vardır. Benim için çok özeldir.. Özel olmalı… İşte bu proje de öyle olmalı bence… Yurtdışında “Türkiye’nin halk kültürüne ait parçalar” olarak ilgi çekmesini istemem örneğin…. Çünkü benim türkülerim, benim dağlarım başka hikayeler anlatır onlara… Bir Ferhat ile Şirin’i kimse anlatamaz onlara, ya da bir Yunus Emre’yi… Ancak biz anlatabiliriz… Ama biliriz ki Yunus Emre de bir Shakespeare’dir.

Şıllık!

Az önce hiç bilinmedik bir anda, kimsenin sahip olamayacağı bir mutluluk arifesindeyken ben, büyük bir serzenişle üçüncü sınıf bir orospu olduğuma kanaat getirdim.

Bu sebebin sahibi hiç görmediğim bir kadındı. Onun sadece mesajlarını okumuş ve bir kaç fotoğrafını görmüştüm. Ama kifayetsiz kelimelerin bu kadar anlam taşıyacağı bir müzeyi ziyaret edeceğimi bilemezdim.

Net'te Çok Vakit Geçirenlerin Ne Kadar Saçmaladığına Dair Bilerek Kesilmiş Bir Yazı

Cesare Pavese " Evden kaçmak için yolu geçmeyi yapsa yapsa bir çocuk
yapar" demiş ya!! 1950'lerden beri Türkiye'de yaşananlardan dolayı
hepimiz o yolda kaybolmuş durumdayız. Bir türlü karşıya geçemiyoruz.Bu
sadece bizim değil aynı zamanda ek 1'de (Habermas) gönderdiğim ağabeyimizin de
belirttiği gibi çağımızın bir sorunu...
Bir kaç gündür vakit bulamamıştım; ancak evreka! şimdi buldum! "Çete"
arasında bir tartışma yaşanıyor ve ben yokum!! Görüş belirtmeyen
ölsün: Buyrun Halil İbrahim Sofrası'na...

Can Yücel'i severim... Feyz alırsam.. "İnternet sidikli konstese
benzer." diyebilirim. Evet aynen budur fikrim... Bilgi denilen 'şey'
sınırsızsa; neden şifreli ve sınırlandırılmış aynı zamanda kuralları
ve imkanları kesin kurallarla belirlenmiş bir teknolojinin bana
sunduğu bilgiden nasıl emin olabilirim?
Emin olmam yeterli mi? Bu bilgiyi edinebilir miyim?
Almanya'da ve dünyada en çok satan gazetelerden biri olan Bild'in
yayın yönetmeni "Kai ....

Bir Mail Grubuna Yazılmış Garip Yazı

MODERN İNSANA DAiR FERDiSEL UZAKLIK

Terentius "Insana dair hicbir şey bana yabancı degil..." demiş ya... Gozlemci olmak gerekiyor. Gectigimiz gunlerde lise yillarinda donem donem platonik ask yasadigim ve her gordugumde saclarini opmek istedigim biricik kiz arkadaşima rastladim. Hani bazen cocuklugunuza donmek istersiniz ya. Bogaziniz dugumlenir bazi anilarda... Iste oyle yarim kalmis aslinda da hic baslamamis bi hikayeydi bizimki... Konusmaya basladik. Koyulasti... Sonra bana bi ara siir, hikaye falan yazar misin diye sordu? Artik ne konusuyorsak?

Daha sonra vedalastik telefon numaramı aldı ve ayrıldık.

Ertesi gun eve geldigimde kendimi kirli bir ajanda ve icinde sayfalarca not karistirirken buldum... "Sen bana bu kadar yakinken, o kadar uzak olabilen tek güzel şeysin.." gibi

'pejmurde platonik' bi askın gostergesi olan saf sozler gordum aralarinda...

Baska baska seyler okudum orada... Yillar oncesinden bana ait... Sonra yenileri sonra bir baskasi... Telefonum caldi... Arayan oydu... Evimi sordu... Gel dedim.. Hayir sadece bi hediye yollayacagim sana dedi.. Adresi verdim..

Lise'de acaip önemli bi seydi benim icin o kiz ya... Hani sadece uyurken saatlerce izlemek isteyeceginiz turden... Yani adami incelikten homo yapabilecek cinsten...

Tam da keyiflenmis yeni bisiler yazmaya kalkismis ve notlardan kafami kaldiramazken tekrar caldi telefonum... Oydu..

Camdan baksana dedi... Apartman kapımda bekliyordu... Ne de güzeldi... Öyle bi baktım ona... Parıldıyordu. "Neyiz, kimiz, ne yapıyoruz üçlüsü" .ikimde bile değildi. Öylece baktım. Hic aycicegi tarlalarinda gezdiniz mi bilmiyorum ama... Soyle bisi vardir orada... Aycicekleri genellikle ayni boyda olurlar... Ama bazilari daha iri ve yuksektir... Digerlerinden siyrilir... Muhtesem ve heybetlidirler.. İşte bayilirim ben onlara.. Digerleri ile beraber çok güzel gozukurler...

İste bu kiz da oyle bisiydi...

Sonra notlarima geri dondum.. Ve yazmaya... Ve dusunmeye... Kiz kapimda... Camdan ayrildim... Odama kapandim... Telefonumu kapadim... Kapimin zili caliyordu. Bir kere caldi... iki kere caldi... Uc, dort, bes... Sessizlik.... Bir kez daha caldı... Ve sonra daimi sessizlik...

Sonra deli bi Coltrane albumu caldim kendime... Dinlerken dusundum... Zevkliydi yani..

Onemli olan fikirse eger, fiillere ihtiyac olmazdı... Senin bütün enerjini ortaya cıkarabilecek, heyecandan uyutmayacak.... Her sabah ilk nefesinde icine cekmek istedigin... Tutkunun yeni tanımı; bi şeye ama herhangi bi seye sahipsen eger, sukret kendine... Hayir kaybedebilecegin icin degil... Sadece ve sadece geri donup hayata karsi kucuk bi nota basmani hissettirdigi icin... Piyanist de olabilirsin... Ressam da... Muhendis de.. Kalfa da.. Kafka da… Avukat ya da profesor ne olursan ol olacagin tek sey; insan olmaktir.. Ve o zaman hissedersin... Hayatın anlamı gözlerinin önünden geçmektedir.. Elmacık kemiklerinden suzulen gozyaslarini gordugunde sevgilinin ya da sevdigin seyin, anlarsin; onu bulamayanlarin en çok merak ettigi; hayatin anlamini... Tek kelimeyle sevgidir bu... Başka bisi degil...

Sonra boyle durumlarda, yanaklarında yaslar, kendini boy aynasinda görürsün... İşte o zaman hersey anlamsizlasir.. Kafan karisir... Icinden cikamazsin. Ciktiginda da hatirlayamayacak durumda olursun.. Ama bilirsin kendi goz yaslarindir notlarin, resimlerin, ya da hikayen... Iki dudagin arasindan suzulen sozlerin melodisi de budur iste...

1+1=1 bir soru mudur ki?

Benzer bi duygu hissettirdigi icin bana Ferdi, sanırım ben de bisiler yazmak istedim.. Böyle guncel bir durumdan yola ciktim artik Outro'ya varmak gerekli...

Basta alinti yaptim ya "İnsana dair hicbirsey bana yabanci degil" lafini.. Gercekten de oyle...

Yukaridakileri yazmak icin gerekli olan seyin on parmak ve bir klavye oldugu zannedilebilir ilk bakista çünkü....

Sevgiler

Can

Pejmurde Gözler

Pejmurde gözlerin

gördüğü görünmezdir

Saçlarının kıvrımlarına dokunabilmeyi mi hayal etmeliyim

Yoksa gülüşünün yoncalarında yolculuk etmeyi mi?

Kahkahanın endamında başım dik mi durmalı?

Yanımda olmadan dokunabildiğim, benim

Benim, sen yokken seni düşünüp seni ‘zanneden’

Herkes msn’de

Nedir msn

Müşfik sahur nameleri mi denmeli yoksa?

Tanımadığım bir kadını nasıl kıskanabilirim

Hayatında hiç kıskanç olmamış birisi için

Şu tırnak kemirmek de ne demek şimdi?

Aşık Oldum

Bilmem ki sana olan aşkımın adını koysam dört harfe sığar mıydı?

Ama şunu bilebilirim ben

Aşk, son,

Ki,

üç,

dört…

diye başlardı.

Çeşme'de Bir Sarhoş

Güneşe ancak doğarken bakabilirsin…

O zaman güneş o kadar yabancıdır ki sana… Gündoğarken sanki gün batarmış gibi hissedersin…

Kanadı Kırık

Kanadı kırık bir Zümrüdüanka kuşu nasıl olursa

Bir kadının göğüslerine başını dayamak da öyle bir şeydir…

Onu ilk kez tanıdığımda henüz çocuktum. Aşık olmuştum. Aradan yıllar geçti. Benden hoşlandı. Sevişemeden ayrıldım

İnanılmaz (geri kalanı bir gün yazılacak)

Kusursuz bir alyanağın tebessümüyle başlamıştı her şey… Çalıştığı şirketin en kıdemsiz çalışanı olduğunu düşündü asansöre her sabahki binişlerinden birinde. 14 katlı bir binada çalışıyordu. Her sabah yorgundu. 12 Numaralı kata çıkmak için düğmeye bastı. En üst katlardan birinde çalışıyor olması en kıdemli çalışanlardan birisi olduğunun kanıtı değildi. Sadece her sabah asansörün kapıları açılır ve sıcak kahvesini kattaki kafeteryadan alır ‘pöfürdete pöfürdete’ masasına giderdi. İlginç biriydi. Hani şu sadece soru sormadan anlatacak bir şeyi olacak tiplerden.

İşte o sabah; üstelik her sabah kapısında beklediği asansörde, birisini keşfetti. Asansöre binen bir kimsenin henüz ter kokmadığı saatlerdendi; kendine henüz yeni gelmişti. Herkes yüzünü asansörün kapısına döndüğü zamanlarda, o sırtını kapıya verir aynada kendini izlerdi. İşte o sabah kendini izlediği ve gözaltlarıyla oynadığı bir zamanda bir başka gözün kendisini izlemekte olduğunu fark etti. Sırtını kapıya dayamış ve saçının kahküllerini nefesiyle ters teptiren ve üstelik bunu bir oyun haline getiren bir kadın tarafından izlendiğini keşfetti. Asansör, henüz herkesin terleyeceği kadar rahatsızlık vermiyordu. Üçüncü kata çıkılmıştı bile. Asansörde bulunan kat düğmelerinden hepsine basılmıştı; en son 12. katta o inecekti. Her katta durup en üst kata çıkmanın ne kadar sıkıcı olduğunu düşündü. Radyosunun kulaklarını çıkardı ve sessizce “homo sum humani nihil a me alienum puto” (İnsanım, insanca olan hiçbir şeyi kendime yabancı saymam.) diye hayıflandı. Yoğun bir iş günü olacağını tahmin ediyordu. Ama işte o anda gözleri onu gözleyen o kadına ilişmişti.

Şimdi de dördüncü katta inecek vardı. Tekrar kapılar açıldı. Aslında çok komik bir durumdu bu. Kadını seyretmeye devam ediyordu hala. Harikaydı. Hariküladeydi. Daha önce gördüklerine hiç benzemiyordu. Aslında objektif düşünülürse tabiî ki de benzemeyecekti. Ama şunu biliyordu ki; çarpılmıştı. O an bir işyerinde olmamayı umut etti. Asansörden inmek istemiyordu. Karşısındaki kadının hangi katta ineceğini çok merak ediyordu. Kadın, gözünü ondan kaçırıyor ama 4-5 saniye sonra tekrar gözlerini ona çeviriyordu. Sonra tekrar gözlerini kaçırıyor ardından yeniden bakmaya başlıyordu. Tam da bu duruma heyecan duyacakken, kadının yine gözlerini çevirişlerinden birinde, onu çok mutlu edecek bir şeye rastladı. İki kırmızı yanak… Dokunmak istemişti. Tabiî ki de dokunamamıştı. Kadının gözleri dolmuştu. Ve gözyaşı dökmeye hazır ve sulu gözleriyle ona bakmaktaydı. İşte tam o sırada asansörün kapısı açıldı ve kadın sırtını dönerek oradan uzaklaştı. 9. kattaydı.

Asansörde bir tek o kalmıştı, en son o inecekti. Yani 12. katta. Hala kendisine gelememişti. Az önce kendisine ne olduğunu anlamamıştı. Ancak 9. katta artık bir şeyler olduğunu biliyordu.

Asansörden indiğinde muhasebe müdürüyle karşılaştı, ona keskin bir “Günaydın” diyerek yoluna devam etti. Masasına vardığında o kadının nereye gitmiş olabileceğini ve kim olduğunu çok merak etti.

Mesaisinin ilk saati yoğun geçmekteydi. Gördüğü ‘şey’i aklından çıkaramıyordu. 9. kata inmeye karar verdi.

“Nereye gidiyorsun?” diye seslenen, bölüm müdürüydü. “Senden istediğim dosyaları bulabildin mi?”

“Yessör!, lavaboya gidiyorum geleceğim.”

9. kata indiğinde acele etmesi gerektiğinin farkındaydı. Katta tanıdığı herkese o kadını tarif ederek tanıyıp tanımadıklarını ve nerede çalıştığını sordu. Tüm odaları ve masaları gözleriyle didik didik etti. Ancak bir sonuç alamadı. Kadının gözleri aklından çıkmıyordu.

Tekrar işinin başına döndüğünde müdürüne vermesi gereken belgeleri teslim etmesinin çok zor olduğunu fark etti. Yine gecikmişti. Bugün teslim edemeyeceği bir işini yarın teslim etmek onu her zaman mutlu ederdi. İşten kaytarmayı aklına koymuştu. Ve o kadının peşinden gitmeye kararlıydı. Kimsenin “Nereye gidiyorsun?” demesine fırsat vermeden ortadan kayboldu.

İlk karşılaştığı kişi ‘6 yıllık iş arkadaşı’ idi. Ona, başından geçenleri ve olması gerekenleri anlattı. Karşıdaki için ‘başından geçenler’ daha önemliydi. Tüm alt katı da dolaştıktan sonra. Bir alt katı daha kontrol etmeye karar verdi.

Ne yaptığına emin olmadan hareket etmeye karar vermek sadece içgüdüleriyle bağdaşabilirdi. Ama o buna hayatında ilk defa karşı çıkmaya karar verdi. Çünkü ne yaptığını biliyordu. Emindi.

Bir alt kata daha indi.

Bazen yeni bir devinime geçmeden derin bir nefes alınır ve yola devam edilir. İşte öyle bir haldeydi. 10. kata indiğinde orada çalışan pek kimseyi tanımadığına ve tuvalete gitmek istediğine kanaat getirdi. Gitti; işedi. Pisuvar’da yanında duran adamın malafatına baktı. İşediği yere tükürdü ve fermauarını kapadı. Ellerini yıkamayı unuttu.. Dışarı çıktı. koridorda tekrar bir başka yöneticiye rastladı; elini sıktı. Ve hiç gitmeyeceği bir bowling turnuvasına gitmemesi gerektiğine karar vererek yanından uzaklaştı. 10. kattan bugün pek ses çıkmıyordu. Çünkü bölüm müdürleri yıllık iznine çıkmıştı. Herkes sigara odasında zehirlenmeye devam ediyordu. Odaya girip bir sigara yaktı. Üçüncü nefesini çekmeden “Ne yapıyorum ben” diyerek orayı terk etti.

Onuncu katta hiçbirşey olmadığına kanaat getirip dokuzuncu kattan itibaren kadınlar tuvaletini de bu işe dahil ederek kontrol etmeye karar verdi.

9. u katı bu kadar kısa sürede kontrol edeceğini asla tahmin edemezdi. Çünkü kadınlar tuvaletine giren bir iş arkadaşını tam aynı yerde tuvaletten çıkarken yakalamıştı. Kendi kendine bu bir saçmalık olmalı diye düşündü.

Bir alt kata yani 8. kata inerken kafasında olan tek şey, bir papatya idi. Papatyaların çok olduğu bir yere gidip arasından birini seçmek için çiçeklerin üzerine eğildiğinizde hepsinin birbirinden farklı olduğunu keşfedersiniz. Ancak işte, içinizden gelen ne ise o çiçeği koparır birisine verirsiniz. O, merdivenleri inerken bir papatya dan çok daha fazlasına ihtiyacı olduğunu düşündü. 8. katta çalışanlardan kimisiyle sohbet ediyor; kimisiyle de şakalaşıyordu ayak üstü. Ancak bir türlü o kadını bulamıyordu. Üstelik nereden bulabilirdi. Sihirli bir pabucu yoktu ki. Tam da bir alt katın merdivenlerini inerken, merdiven boşluğuna bakmayı akıl etti. Yorgun ve merdivenin demirlerine ne yaptığını bilmez bir halde dayanıp merdiven boşluğuna bakarken o, birkaç alt katta, o kadının kendisine baktığını gördü. O harikülade farika bir sessizlikti. Ona uzun uzun bakmayı istedi. Ne yapacağını bilemedi. O kat boşluğunda adam, kadına aşık oldu. Kadın, elini kendi göğsünün üzerine koydu. Adam hala merdiven demirlerine sıkıca sarılmış ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Kadından en az üç kat daha yukarıda onu izlemekteydi.

Kadınına baktı. Kadın geri çekildi. Sonra sadece bir tek elinin kadının, sol elinin, merdiven demirlerine sıkıca sarıldığı görülecek şekilde orada durmasını izledi. Sonra o el de kayboldu. Hemen oracıkta merdivenden aşağıya koşmaya karar verdi. Koşuyordu. “Güvenliğe gitmem gerek. Onun kim olduğunu bulmam gerekiyor.” dedi kendi kendine. Ancak 5. kata inmesine rağmen onu merdiven aralıklarında bulamadı. “Buradan çıkmalı ve giriş kapısına gitmeli” dedi kendi kendine. “Ben bir oyunun içindeyim.”

Giriş kapısına geldiğinde güvenliğin kendisini pek de hoş karşılamadığını anlayacaktı.

“Yukarıdan telefon geldi. Nerede olduğunuz merak ediliyor bayım.” dedi içlerinden birisi “Merhaba, ben ‘şu’ yum. ‘Şurda’ çalışıyorum” dediğinde o. “Boşverin onu” “’Şu’ saatlerde ‘şu’ yere giren ‘şu’ kadını arıyorum ben. Ona ihtiyacım var.”

Kendisini güvenlik elemanlarına böyle açıkladığı ve nasıl olup da işte olduğunu unuttuğu bir günde, kendisinden çok utandı. Çünkü karşısındaki danışma görevlileri birbirinden bağımsız boş gözlerle kendisini izlemekteydi. Utandı hepsinden.

“Neyse” dedi. “Beni boşverin. Ya da onu. Bu konuşmayı hiç yapmadığımızı düşünün. Ve işinize devam edin. Karşı görüşü olan?”

Danışmadakiler ve güvenlik görevlileri, bu telaşlı beyefendiyi daha fazla yormak istemezcesine sessizliklerini korudular.

Binanın kafetaryası çok büyüktü. Orada soğuk bir şeyler içmek istemediğine kanaat getirdi. Yine de buzlu bir soda alıp, çalıştıkları binanın yan duvarındaki aralığa çıkıp bir sigara içmek istediğine karar verdi. Birkaç saat içinde bitiverecek ufak bir macera yaşıyordu sanki. Hiçbirşeyi umursatmayacak kadar hüzünlü bir bakışı o sabaha kadar hiçbir kadında görmemişti. Bu iyiye işaret değildi. Ama nasıl olsa ki bunu umursamıyordu.

Yüzlerce kişinin çalıştığı büyük binalarda çalışmanın en büyük keyiflerinden biri, her çalışanın kendi özel mabedini yaratabileceğiydi. Bizimkinin en keyifli vakit geçirdiği yerlerden biri binanın içinde dönen suyun arıtıldığı makinelerin bulunduğu alanlara yakın olan bir köşeydi. Orada durduğunuzda ağır bir makine sesi kulaklarınızı rahatsız etse de, bazen ufak bir köpük tarafından rahatsız edilebilirdiniz. O arıtma tesislerinden gelen köpük ve küçük damlalar her zaman içinizi ferahlatırdı. Bunu açıklamak zordu. Ancak çok zor da değildi.

O, köşeye geçip köşesine çekildiğinde ve tüm bu yaptıklarının bir saçmalık olduğuna kanaat getirdiğinde, cebindeki çakmağını sigara odasında unuttuğunu fark etti. Yere çöktü.

Oturdu. Derin bir nefes alınmayacak kadar keyifsiz bir ortamda derin bir nefes aldı. Sol kulağının üstüne ufak bir baloncuk düştü. Kafasını sola çevirdi.

Ve o kadını gördü.

Kadın onun için oradaydı.

O tüm katlarda o kadını ararken. Kadın onu buluvermişti. Ve üstelik bunun için çok da çaba sarfetmemişti. Kendini iyi hissetmesi gerektiği bir anda kendini rahatsız hissediyordu.

“Ateşin var mı?” diye sordu kadına.

Sesi titrememişti.

Kadın hiç konuşmadan, onun üzerine yürümeye devam etti.yaklaştı, en son geldiği adımdan bir geri adım daha çekilerek orada durdu.

Kadın çok güzeldi. İyiydi. Tatlıydı. Masumdu ama değildi. Her zaman kazanacak bir hali, ama bir kağıt parçası kadar ince kalbi vardı.Tüm bunları düşünürken bizimki, elindeki sigarayı ağzına götürerek, kadının sessizce vereceği ateş ile sigarasını yakmaya çalıştı. Ağzındaki sigarayı kadının çakmaklı eline, yakınlaştırmaya başladığında; baktığı ateş bulanıklaşıyor ve içinde garip ürpermelere neden oluyordu. Ağzında sigara ile o ateşe yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı…

Ve kendine geldi.

Koluna her sabah yapılan iğnenin ucunda, ‘hasta yatağında’ açtı gözlerini. Hemşireler yine onu erkenden kaldırmış ve gereksiz kontrollerinden birini yapıyorlardı. Kan vermek ve onları ölçtürmek, sonra bilgisayardan çıkmış bir kağıt parçasından aldığı değerleri bir başkasıyla tartışmak istemiyordu.

Koluna iğne yapan hemşireye bayılıyordu. Ailesi ise kendisinden umudu kesmiş bir durumda, hala uyuyordu. Artık kimse için çaba sarfetmeye gerek yok diyordu. Onun taptığı hemşiresi farklıydı. O bir iğne yaparken, iğnenin havasını almak için sıktığında iğneyi, iğnenin ucuna bakan ve şaşı gözüken hemşirelerden değildi. Bu bile ona aşık olmak için yeterli bi sebepti. Çünkü ölüyordu. Doktorlar çok fazla bir ömür biçmemişlerdi ona.

Yürüyebiliyordu. Ama koşamıyordu. Konuşabiliyordu ama yutkunmakta problem yaşıyordu. Gülebiliyordu ama fazla bağıramıyordu. İşte böyle bir rüyadan uyandığında o, hayatının en çileli ve berbat günlerini geçirirken, kendisi ile ilgili bir değişiklik yapmaya karar vermişti…