7 Eylül 2007 Cuma

bir gün hit olmayı bekleyen film*


*ölüm savaşçısı/çetin inanç/cüneyt arkın/1984

12 Haziran 2007 Salı

a newborn thing

İki yıl önce bir gece, biricik dostum 'nyah', bana İsveçli sevgilisi ile mavi gözlü bir çocuğu olmasını istediği için evlendiğini söylemişti. O sıralar ondan çok hoşlanıyordum. Benim için güzel bir sürprizdi. O gece, doğmamış çocuğu için ona yıllar sonra izleteceği bir video hazırladım. Çok çok eskiden silindiğini düşündüğüm bu video, kimseye izletmememe rağmen, önceki gün Burak'ın bilgisayarından çıktı. Kaybettiğim hediyeyi bulunca çok sevindim. Küçük de bir not: Hayır, nyah'nın henüz bir çocuğu olmadı.

7 Haziran 2007 Perşembe

fezada çarpışanlar

moleskine syf 2

elma ağaçlarının da bulunduğu bahçesine giren sırt çantalı çocuğu yemeye çalışan adamı izleyen kedi.

moleskine syf 1

karla karışık yağmurlu bir günde iki (2) balığı avlamaya çalışan ve fakat (martı-yarasalardan) korkan sakallı dinazor.

6 Haziran 2007 Çarşamba

kendini roman kahramanı zanneden adam

Kendini roman kahramanı zanneden adam, evine girerken apartman girişinde gördüğü ‘altılı ganyan’ gazetesiyle irkildi. Eve girince şöyle yazdı:

‘Ayşegül Aldinç beni de hatırla!’

Sonra yazdığı şeyin ne kadar anlamsız olduğunu düşünerek gömleğini çıkardı ve yarın yıkanacak kirliler arasına attı. Temiz bir ‘Mr. tişört’ giyinip ‘baksır’ıyla kalakaldı.

Yaz havasında o, üşüyordu.

Alnından akan soğuk terleri sildi.

Kendine bir çeki düzen verdi. Örneğin tokat attı. Ve tekrar devam etti:

“Ayşegül Aldinç beni de hatırla!’

‘Ki belki unutma…’

Taş kaldırımın köşesinde beklerken ben

Göremezdim yuvarlanacağımı

Kalkarken pürtelaş halimle ben

Bilemezdim sana aşık olacağımı

Sana sen, bana sen…

Kime sen? Kime seni?”

Ha ve sittir diyen roman kahramanı, yazdığına güldü ve bitirdi.Yazdığı şeyleri kimseye göstermemeye niyet etti; niyet eyledi.

Burada hikayemiz bitti örneğin…

30 Mayıs 2007 Çarşamba

be ba!

Beni hor kullanıyor. Kenara atmıyor. Yanında olsun sevinsin, eğlensin sonra da gitsin istiyor. Küstahlık! Ben şöhret bile değilim. Takma bacağım var. Nefes alışlarımda ‘çoğuzaman’ karşımdakinin hıçkırığını ciğerlerimde yudumluyorum. Neden kimse gidip kendini bulmuyor? Belki de ben onun bulamadığını görmek istemeyeceğim.

Şuraya kadar yazdığım her şey asla anlaşılmayacak olan bir İran kısa filmi gibi. Başı sarı toprak sonu sarı yaprak…

Kızlar; ne de güzel siktirip gidersiniz!

29 Mayıs 2007 Salı

beceriksiz poster turşu ferhat

Alaturka Rapsodi ismini nedense çok seviyorum. Üstelik onun için bir poster bile yaptım. Fakat bu konuda hiç başarılı değilim. Didem Özbek'in, yıllar önceki bir karma sergiden kalma, 'Ben buna layık mıyım?' isimli işinin üzerine abandım. Görülüyor:

28 Mayıs 2007 Pazartesi

tekerlemek

Bir berber bir berbere gel beraber bir abel ferrara filminde oynayalım demiş.

ölünmeli

Ölünmeli.

Şöyle ki: Eğer karnınız aç ise ve bu açlığı yaklaşık 4 saat başka sebeplerden dolayı beklettiyseniz; kesinlikle sarımsak soslu yoğurtlu patlıcan kızartması yemeyin.

En azından ben, bu söylediğimi umarsızca tüketen ben, yaptığım bu hatalı hareket için sizlerden sadece ‘hadi bre deyyus’ çoğunsalını işiteceğim.

Birinci dereceden iki bilinmeyenli denklemin en sevdiğim yanı sadece isminin güzel olmasıdır örneğin. Ha şimdi bu söylediğime ‘artı-eksi bişi’ eklemek isteyebilirsiniz. Ancak bilmelisiniz ki ‘0’ her zaman yeni başlangıçtır. Kesinlikle anlaşılması gereken bişi var; midem ağrıyor.

23 Mayıs 2007 Çarşamba

erkekler fena

Günlerden bir gün kızın biri erkeğin birine gel ayrılalım demiş. Erkek o an tuvalete gitmiş. Geri döndüğünde kıza şunu anlatmaya başlamış:

“Yarın sabah kalktığında ben senin için bir kredi kartıyım. Şöyle düşün. Borcun var. Ve bunun için hiç çaba sarfetmemişsin. Asgari ödemen gereken tutar kadar ödeme yapmış ama fazlasını harcamışsın. Ve fazlasıyla borcun birikmiş. Kredi kartını kapatmak, borcunu eşit taksitlerle ödemek istiyorsun. Tabiî ki de beni arıyorsun. Ben o kartı ve borcunu kapatmak için konuştuğun müşteri temsilcisiyim. Telefondayım. He he… Seni öylesine etkiliyorum ki. Kapatmak istediğin kredi kartının aslında ne kadar önemli olduğunu sana sadece 7 dakikada ve kapatmak istediğin borcunun as’li’len ne kadar önemsiz olduğunu birçırpılısı’ndan 9 dakikada anlatıyorum. Benimle (the temsilci) konuştuktan sonra kartını kapatmak istemiyorsun. Çünkü buna gerek olmadığını sana inandırmak için staj dönemimde 5 gün eğitim almışım. Seni ‘Bir dakika hatta bekler misiniz?’ diye beklemeye almak istiyorum.

‘Hay ve hay’ diyorsun. Hatta beklerken sen ‘singing in the rain’ çalıyor. Hattan alıyorum seni. Tekrar şöyle diyorum: ‘Kartınızı kapatmak istediğinizden emin misiniz hanımefendi?’

‘Kesinlikle’ diyemiyorsun bile.

Sana kartımızın ne kadar işe yaradığından ve bir çok avantajından bahsediyorum tekrar. Bana akordu olmayan bir kuyruklu piyanoyu zorla çalan Fazıl Say gibi cevap veriyorsun:

‘Hmmm.’

‘Eh peki tamam kartımı kapatmayacağım. Ama kart limitimi indirebilir miyim?’ diye soruyorsun.

Ben sana ‘Tabiî ki indirebilirsiniz örneğin şöyle’ diye başlayan ve sadece 2 dakika 34 saniye süren bir konuşma yapıyorum.

Sonuç: Limit 500 tl.

Kuşkusuz ki bu benim için bir başarı. Üstelik çalışma arkadaşlarım tarafından takdir edilmemi ve bana kokulu bir rozet takılmasını sağlayacak. Ancak ben bunu umursamıyorum.

‘Sayın Müşteri, pardon ….. hanım, umarım hizmetlerimizden memnun kaldınız. Kartınızı kapatmamak doğru bir tercih olmalı. Bizimle çalıştığınız için teşekkür ederiz.’ diyerek ‘ne kadar da güzel konuştum değil mi’ gülümsemesiyle ahizeyi kapatıyorum.

Sen o gece mutlu uyuyorsun. Ertesi gün Mango’ya gittiğinde her ne kadar kumaşını beğenmesen de indirim olduğunu görüyorsun. Kredi kartını sadece asgari ödemenden dolayı sevdiğini bir kez daha anlıyorsun.

Anladığın bir şey daha var: Eğer bütçen kadar harcama yapar ve hiçbir ödemeni aksatmazsan, kredi kartının senin hayatını kolaylaştırabilecek ve mutlu edecek ‘ne de’ güzel nedenlerden biri olabileceğini görüyorsun.”

Kız tuvaletten dönen ve bu konuşmayı yapan erkeğin karşısında dakikalarca sessizce bakakalmış. Adam hesabı söylemiş. Restaurant’ın kapısında, kız, bir taksi çağırmış…

9 Mayıs 2007 Çarşamba

köyde budayan var

(Bunu bu adam kafadan salladı. Ben laptopa on parmakla kaydettim.)

üstüme üfürüyor kokularını
savaştan geliyor
kırıyor kullanmadığı oklarını
kızlar
daha fazla kızlar
ne siz beni sevebildiniz
ne ben sizin çoklarınızım

caddelerde gezerken sokaklar mı keser hep önümü
yürüsem şöyle 9-10 km kime ne
ve bazen kalabalıkta bir ıssız sima
bir bakarsın ki evlenme teklif etmişsin
çekmez heryerde telefonum
çekmediği gibi gönlümün gece alemlerinde

zannedersem köyden alıcam yarimin en körpesini

ve sen ve ben ve bir de google'ın arama motoru
taksitte yapıyor arçelik
no frost al bırak şu dandik buzluğu
kıvrım kıvrımdı
ocağın harı

yatar kalkmaz hacıyatmaz bu duyanı
bizim bahçede uzun bir selvi budamışlar
bulucam onu budayanı
dayanmak zor
omuzuma birisi dayanıyor sanki
git getir o dayananı


olur-yok mu bu iş
şiirin herşeye olmaz deme
görün şirin
olmaz olmaz deme
olmaz olmaz
ve bir müdür müdür müdür
işini yapmayan bir müdür müdür müdür
Hapşuu! çok yaşa!

izgören akın
çok gören gaddar
bu aşkı bize anlatsın
sunay akın!

26 Nisan 2007 Perşembe

bir sabah

- Çok büyük (kadın)
- Her şey çok büyük.(erkek)
- Neden öyle?
- Söylesene.
- Hmm.
- Öncelikle şu sürahiyi doldurman gerekiyor.
- Peki.
- Bugün ne yedin?
- Henüz yemedim.
- Ben de. Sana ne ikram etmemi istersin?
- Çilek ve kremalı pasta.
- Yok. Ama iyi bir yer biliyorum. Hadi gidelim.
- Al işte doldurdum sürahiyi.
- Tamam zaten doldurmanı istemiştim su istemiyorum. Gidiyor muyuz?
- Hayır sanırım.
- Tamam o zaman. Bana bir öpücük ver.
- Tabiî ki.
- …
- Bilgisayarım bozulacak yakında sanırım. Çok ötmeye başladı.
- Tamir ederiz.
- Tamam.
- Hava sen gelirken de güzel miydi?
- Hep!
- Beni yine öpmeni istiyorum ama.
- Dursana.
- Hayır.
- Al.
- Dışarı çıkalım.
- Yorgun gibiyim.
- Aç bir köpeğim.
- Gel hadi.

ev

Geçen akşam annem ile babam hoş bir şekilde tartışacakken babam şöyle nakarat ile arka odanın yolunu tuttu:
Yazı yazdım yaz idi
Kalemim kiraz idi
Ayıplama sevgilim
Mürekkebim az idi.

şaşı bak şaşır


Yukarıdaki esere gözlerinizi şaşı yaparak dikkatlice bakarsanız eğer; uzun süreden beri üzerinde çalıştığım bir tekniğe şahit olacaksınız. Ama lütfen dikkat edin gözlerinizi yormayın. Üzülürüm.

Tabula Rasa - Miguel Robles/Arvo Part

17 Nisan 2007 Salı

palavra yanaklı

Güneş pusuda bekliyor

Şirince gülümseyecek birazdan

Bak tepedeki sessiz çamların ardına

Birazdan turunç bahçesinde yürüyeceğiz


Saçlarının nemi henüz geçmemiş

Parmaklarım yapışıyor; güzelimlerine

Güzelimlerine kıyamıyor, parçalanıyorum

Palavra yanaklı kıymetim


Sırçaköşkümün küçük ucubesi

Yalnızlığımın kırat darbesi

Seni koklayarak versem

Nefsimi körelten

Son nefesimi.

15 Nisan 2007 Pazar

aforizmalar- sokak

Acık sağa gel, soğuk
Musluğun teki sağlam, sıcak
Yandım cayır cayır
Kanım sana helal olucak
/
Gel martaval git martaval
Her yanım sevda
Cümbüşteki palyaçodan
Aldım hoş bir eda
/
Hayat güzel bir şaka
Oynamak lazım kana kana
Bira, tekila piyonları zamanın
Şah mat etmeden kazanması lazım hayatın
/
Son bir dans
Yıllardan sonra
Ardından terket
Bir hiç uğruna
/
I see your soul, it's kind of pray
You see my wrist, you look away
I know .... I know your pain
I know the purpose on your plane
/
Hayata bağlanmaksa hedefi
Aşk ve sınıf mücadelesi
İnsanoğlunun tek hedefi
Sonsuzluğa götüren kalbin sesi.
/ekrem parköz.

12 Nisan 2007 Perşembe

aşağıdan gelir eli develi

Üç gün önce garip dostum Umut sayesinde yeni bir şey keşfettim. Bir türkü bu. Sivas'ın Zara'sına ait. Bir ağıt aslında. Bu kadar mı basit olur? Muzaffer Sarısözen ile anılıyor. Ama İbrahim Tatlıses'in damıttığı kabul ediliyor. Anadolu'yu ben yaratmadım, ama onu dinlemek, görmek dünyanın en güzel şeylerinden biri...


Aşağıdan gelir eli develi
Devesinin boynu altın laleli
Kız gelin olalı burnun havalı
Ben seni kız iken seven oğlanım
/
Konma bülbül konma ağaç dalına
Seni de vururlar yarin yoluna
Konma bülbül konma dalım yok benim
Sineme saracak yarim yok benim
/
Aşağıdan gelir hozalı gelin
Topla fistanını toz olur gelin
Kaldırsa peşesin görsem yüzünü
Eller arif olmuş söz olur gelin
/
Konma bülbül konma ağaç dalına
Seni de vururlar yarin yoluna
Konma bülbül Konma dalım yok benim
Sineme saracak yarim yok benim
/
Güllü seni alır dağa kaçarım
Karlı dağ ardında çadır açarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Elbet ben de bir güllümü beslerim
/
Konma bülbül konma ağaç dalına
Seni de vururlar yarin yoluna
Konma bülbül konma dalım yok benim
Sineme saracak yarim yok benim.

aforizmalar-tavla

Tophane'de pırlanta
Dolapdere'de kaporta
Koysun sana
Barcelona Başkanı
Joan Laporta
/
Modern Sanat beleş
Git oraya yerleş
Çok beleşçisin keleş
/
Elma armut lamba
Zor anam hayat burada
Yanınca ampul kaç durma
/
Geçti günüm kistik
Şimdi içim pislik
Geçince bendeki kistik
Olurum ben yine pişpirik
/
Kırmızı güvercin omzuma kondu
Ne yediysem mideme dokundu
Hesap ödemez olaydım
Engin bana kız doğurdu
/
Şimdi gidiyorum Tophane'den
Hava güzel güneşlisinden
Herkes 'boş yerim' var diyor bize
Engin dönüyor soğuk vesilesiyle
/
Hava çok soğuk
Sohbetler sıcak
Artık akşam oldu
Herkes evine kaçacak.
/ekrem parköz.

aforizmalar- yüreğim

Yüreğimin kamburu çıkmış
Dost neredesin?
/
Vicdanım çoktan nasırlanmış
Yar neredesin?
/
Yoğurtçubaşı çıkmazını bilir misin?
Güneş neredesin?
/
İsmim Mesut, göbekadım Bahtiyar
Çukurcuma'yı bilir misin?
/
Mobilyanın zımparası
Gönlümün hüzünbaz tıpası
Gir penceremden
Çık yukarı!
/
Aspiratörümün dumanı
Sevdamın akan damı
Çek sıvamı
Kır duvarı!
/ekrem parköz.

aforizmalar- kırsalın memesi

Meme uçlarına buz süreyim
Kahverengi uçlarında
Dondurmamı karşılayayım
Göğüs arası
Ya da tersten italyan
Ne fark eder?
/
Kırsal yerde bilmezik biz bunları
N'olur harcama, git viskine at o buzları
Senin aklın başında değil galiba,
Dondurmam kaymak, İtalyan'ı bırak, an atalarımız Hunları!
/
Ne güzel konuşuyorsun ey garib
Ansızın düşündüm altımdaki kefensiz yatanı
Beni kendi yokluğumda bırak acılarımla
Evet sapık olabilirim ama benim de bir gururum var
/
Bilinmeze doğru giderken bir akşamüstü,
Gaipten seslerle karşılaştı, korktu, püstü,
Kefen dedi, toprak dedi; madde bir dedi altıüstü,
Sapkın ol garip ol; ama gül, bülbül sana küstü.
/
Ekremoğlan güler elbet
İçer haydarının ellerinden şerbet
Bir tatlı huzur alırım Kalamış'tan
Ayağım senindir; yorganım sen.
Kaldı mı artık Ümit Besen?
/ekrem parköz.

aforizmalar- dumbanın kulakları

Dumbanın kulakları gibiydi herşey

Ürkek, titrek ve fedakar

Yıldo'nun kahkahası gibiydi

Aşkımız

Şen, titrek, parça parça.

Nestle’nin suyu gibiydi aşkımız

İşlenmiş, titrek, perişan

Islanmış bir yorgan gibiydi aşkımız

Utangaç, titrek, vefakar

Geceyi örten bulut gibiydi aşkımız

Fransız, titrek, isyankar

Bir yosmanın keskin çığlığı gibiydi sobanın ateşi

Ya da çıplak tene giyilmiş bir yün kazağın tene batan ızdırabında

Büyük sınıfların kalabalıklarında kaybolmuş tembel bir kevaşenin sıcaklığındaydı bazen

Eve dönüşlerin olmasa

Kısa film yarışmaları olmasa

Utanmadan içtiğim sigara markaları

Kurbağa Kermet’in üzgün bakışı

Ve sen ve ben ve bir de küçük kedimiz…

/ekrem parköz.

aforizmalar'ın yazarı ekrem parköz kimdir?

Ekrem Parköz'ün aforizmaları ile bir çok yerde karşılaşacaksınız çok yakında. Ekrem Parköz herkes ya da hiç bir kimsedir. Ben olabilirim, bir kaç kişi olabiliriz; ya da yüzlercesi. Bir harekettir. Yakında manifestosu bu sayfalarda yer alacaktır.

10 Nisan 2007 Salı

acarkent yazısı

Öncelikle bu yazıyı yazmaya başlarken şunu belirtmeliyim. Acarkent ismini pek sevmem. Çünkü İsmail Acar ve oğlunu hiç haz etmem. Ancak şöyle bir şey oldu. Geçtiğimiz hafta Burak, Berke ve Ben beraberce eski günlerin hatırına birkaç gün ortalıklardan kaybolmaya ve yalnız kalmaya karar verdik. Şans bu ki hepimizin buna ihtiyacı vardı. Berke’nin babasının Beykoz Acarkent’teki evi bizim için en iyi çözüm olarak gözüktü. Apartman kadar bir ev çünkü. Çatı katına yerleşip orada yeşermek istedik. Üçümüzden başka kimse olmayacaktı. Çarşamba gününden Pazar’a kadar orada kalmaya karar verdik. Bu planımızı gerçekleştirmek için her şey hazırlanacaktı. Gerekli izinler alınacak bazı kişilere haber verilecek, ‘cep’ler delik mi değil mi kontrol edilecek ve envai çeşit enstrüman-cihaz yanımızda yer alacaktı.

Cumartesi gecesi (31/3) hayatımın en kötü gecelerinden biriydi. Sonunda çok hasta oldum. Çarşamba sabahına kadar neredeyse sürekli yataktaydım. Arada okulla ilgili yapmam gereken işlerimi halletmeye çalıştım ama beceremedim. Ağır ilaçlar kullandım. Titredim, terledim, midem bulandı, öksürdüm, boğazlarımdan hiçbirşey geçemedi. Üç gece kabuslar içinde uyandım. Hayatımın en sert gribini geçirdim. Fakat bu süre zarfında bir çok şey hakkında düşünme fırsatı buldum. Bayan S’yi çok düşündüm. Aklımdan çıkmıyordu. Bana bıraktığı tüm acılar sanki eklemlerime kadar işlemişti. Ama bunları tedavi etmesini biliyordum. İnsan ağır bir hastalık geçirdiğinde anlıyor sanırım, garip bir duygu bu, eğer hasta yatağınızda başkalarının problemlerini bile düşünebilecek kadar iyi kalpliyseniz aynı zamanda çok zalim de olmuş sayılabiliyorsunuz. Çünkü karşınızdaki kişi, sizin böyle düşündüğünüzü hiçbir zaman bilemiyor. En sonunda ‘iyileşmem gerek’ diyerek yine kendinize yöneliyorsunuz. Halbuki burada kesin bir durum var. Kendinizi kandırıyorsunuz. Çünkü siz bonkörsünüz. Kalbinizi-duygularınızı hunharca kullanıyorsunuz.

Bunları yazarken, Acarkent’te bugün yerleştiğimiz ‘apart’ın, kendimi kilitlemeye çalıştığım odalarından birine (çünkü hastalığım geçmedi ve boğazımdaki iltihabı birazcık alkol ile almaya çalışıyorum; uyumaya niyetliyim) Burak giriyor ve “Duyuyor musun ne güzel oldu?” diye soruyor. “Harika oldu. Duydum.” diyorum “Ama tekrarını yarın duymak isteyeceğim sanırım. Kötüyüm.” diye bitiriyorum.

“İlham al” diyor sırıtarak. Gülüyoruz.

Devam ediyorum. Evet…

Bayan S… Kendisi harikülade. Çok şey deneyimledik onunla. Beni çok etkiledi. Kendim olamadım yanında. İnsanın elinin ayağının karıştığı bir çok durum yaşadım. Hiç hissetmediğim mutluluklar ve kabuslar yaşadım. Hasta düştüm. Sevinçten ağladım. Hiçbir şeyin ve her şeyin terazisi yoktu. A ve B idi. Hayır önce A idi. Sonra B idi. Sonra tekrar A’dı sonra C oldu. Sonra alfabeden vazgeçtik. Rakamlar oldu. Önce tek haneliler. Çift ve tek rakamlar. Asal sayılar. Sonra üç haneli rakamlar…

Bütün bu anlamsız sayıklamaların sonunda ona delicesine bir tutku ile bağlı olduğumu anladım. Fakat sadece arkadaş olamayacağımı da anlamış bulundum. Çok uzun süre Bayan S’ye hissettiğim sevginin karşılıksız olduğunu düşünmüştüm. Onun hayatında ‘sıradan bir adamdım’dı. Ancak bu durumun hiç de öyle olmadığını çok uzun süre sonra anlamak durumunda kaldım. Beni hayatındaki bir çok şeyden daha çok seviyordu. Sevgilisi olmasını istediği kişilerden bile daha önemliydim. ‘Beni herkes sever’ dir. Bu benim için çok da şaşırtıcı bir şey değildir. Fakat dudaklarında erimek istediğim biriyle 'kesinlikle arkadaş olamam' diyerek, sevgilisi olarak taşıdığı bir çocuğun yanında ona elveda dedim. Dayanamıyordum çünkü.

Bayan S ile yaşadığım ‘ilişki’ sırasında insanların neden aşkları için intihar ettiklerini çok iyi anladım. Fakat ben bu yöntemi seçmedim. Onu o kadar çok seviyordum ki bir gün herşeyin düzeleceğini bile bile onu hayatımdan çıkarmaya karar verdim. Eğer kendini kötü hissederse, benimle ilgili yanlış düşündüğü bir çok şey olduğuna kanaat getirirse ve aslında beni nasıl sevdiğini anlarsa diye yanında ona destek olacak bir sevgilisi bile olacaktı. Bütün acılarını bana bıraktı. Ve bu durumdan kesinlikle rahatsız değilim. Onu iyileştirdiysem kendimi de iyileştirebilirim çünkü. Beni unutması asla mümkün değil. Ben de onu asla unutamam. O benim kıymetlim çünkü. Ancak bu yarayı kendim iyileştireceğim. Çok garip ve ‘sırıtmalık’ bir durum bu, anlatacak çok şeyi olunca insanın nedense bazı konularda ‘şıp’ diye geçiyor üzerinden.

/

Bütün arabayı tıka basa doldurduk. Peyote’den klavyeleri, (MS200B, Toccata) tünelden davul ayaklarını aldık. Caddebostan’deki atölyeden Manu Katche davulu ve amfiyi aldık. Yanımızda beş telli Yamaha bir bas gitar ve lido bile vardı. ‘Johnny’ Aykal’dan harika birer Neumann mikrofon almıştık. Çarşamba günü Acarkent’e varmamız 3.5 saatimizi almıştı böylelikle.

Eve geldiğimizde ise ‘hemence’ çatı katına kurulduk. Güzel bir manzarası vardı çünkü.


Sonrasında hemen en büyük markete gidip. 'Ağır' bir alışveriş yaptık. Böyle durumlarda üçümüz bir araya geldiğimizde yaptığımız ilk şey içki durumunu kontrol etmek ve ne içeceğimize karar vermektir. Evde bir şişe rakı gördük. Sonra da dibini. Tabi ben o gece diğer içkilerin de yerlerini bulmuştum. Dedim ya büyük bir evdi...


Yemekten hemen sonra açık bıraktığımız aletlerin başına geçtik. Biraz takıldık. Ve ben kendime yeni bir iş edindiğimi anladım. Artık Burak'ın 'yancı'sıydım. Bana akor bastırıyordu. Berke'nin daha önce piyano da kaydettiği bir şey üzerine fikir yürüterek bazı sesler kaydettik. Nedense ben böyle durumlarda çok heyecanlanıyorum. Ama ilk gece çok verimli değildi. En azından gelirken kafamızda ne kaydedeceğimize dair bir fikir yoktu. Ancak şimdi gideceğimiz yolu tahmin edebiliyordum. Hastaydım ve yorulmuştum. Erken yattım.
Ertesi sabah kahvaltıyı Fatoş abla ile birlikte hazırladık. (Bu arada Berke'nin babası İrfan ağabeyin ailesiyle birlikte şu sıralar Amerika'da olduğunu belirtmekte fayda var. Evde sadece hizmetli Fatoş ve 2 yaşındaki kızı Hatice bulunuyor normalde. Fakat Fatoş'un annesi babası ve ablası da yanlarındaydı. Bir sebepten.)
Perşembe günü Bilgi Üniversitesi'nde FTV bölümünün bir dersine girdik. Sebebi ise Dandadadan'a yapmak istedikleri bir klipti. Çok sıkıldı herkes orada. Karşımızdakiler bize pek inandırıcı gelmemişti sanırım. Eğer bir şey yapmak isteyen biri size çok soru soruyorsa ne istediğini bilmiyor demektir. Elimizden geldiğince 'gittiğimiz gibi geri' döndük.
O akşam yine rakı içtik. Çünkü dün akşamki mezelerimiz yarım kalmıştı. Sonra viskiye döndük. Bu boğazlarımın tüm iltihabını almıştı. İyileşiyordum. Burak o gece rotamızı klarnet ile belirledi. Klarnet ile ikinci bir tema bulduk yaptığımız şeye. Burak ikinci temanın hatlarını denerken her kayıda girdiğimizde gözlerimden yaşlar boşalıyordu. Uzun süredir bu kadar huzurlu bir şey yapmamıştık. Burak'a klarnet solo çalmadığı için çok kızdım. Parçamızın ismi de belliydi: Baykuş.

Ardından üçüncü tema geldi. O kadar etkileyici ve biz gibi birşeydi ki yaptığımız şeyin ne kadar içten olduğunu ertesi gün farkedecektik. Ben müzisyen değilim. Hiçbir şey çalmıyorum. Ama Berke ve Burak ile beraberken sanırım beraberce bişiler yapıyoruz. Beni dinliyorlar ve sanırım onların küçük ilhamlarıyım.
Perşembe gecesi sızmalar başladı. Doğal olarak ilk Burak sızdı. Berke'ye 'Gel sana bir şey göstereceğim' dedim: Onu terasa çağırdım. Etraf çok sessizdi. (Acarkent bir vadiye kurulu. Bulunduğumuz ev o vadinin en yüksek tepelerinden birinde. Tüm vadiyi görebiliyor ve duyabiliyorsunuz.) Bir ıslık çaldım. Hemen önümüzdeki-yanımızdaki evlerdeki köpekler havlamaya başladılar. Ses yankılanınca vadinin aşağısındaki köpekler de havlamaya başladı. Berke de bir ıslık çaldı. Teker teker ıslık çalmaya devam ettik. Köpekler yavaş yavaş çıldırıyordu. Çığlık atmaya başladık. Çok gülüyorduk. 'Bunu kaydetmeliyiz' dedi Berke. Mikrofonları kurduk. Köpekleri bağırttık. Hatta ikimiz birden deli gibi bağırdık bir ara. Ben uykudan kalkıp odasının ışığını yakan üç ev sahibi gördüm. Bizi görmesinler diye yere çömelip bağırmaya başladık.
Sonra sakinleştik ve bıraktık. O gece sabahın dördünde sarhoşken, Berke araba kullanmak istedi. Hepimiz garip bir dönemden geçiyorduk.
Polonezköye doğru köy yollarında arabayla dolaştık.
Döndüğümüzde Burak yatakta Bas gitar ile uyuyordu:

Ertesi gün iyi bir kahvaltıdan sonra (ki yumurtalı ekmekler ve gül reçelli kaymak favorimizdi)
çocuklar bir ara şu haldeydi.

O gün Tunç ve Doruk'u çağırmaya karar verdik. Cuma gecesi Doruk arabasıyla Tunç'u alıp zamanında bize getirecekti. O gün kahvaltıdan sonra film izledik. Ve Polonezköy'de ormanda yürüdük. Artık arabayı Berke kullanıyordu. Henüz öğrendi bu işi.

Orman dönüşü harika davullar kaydettik. Elimizdeki üç tema da birbirinden güzeldi. Her zamanki gibi Berke'nin davulları bir başka olmuştu. O başkalaşım da şu idi: Kir...
Akşam olduğunda ise bir kaç telefon konuşması yaptık. Ben artık iyiden iyiye kendimi lido' ya
veriyordum. Onu alıp bir ara evime götürmeye karar verdim. Neye bassan şarkı oluyor.

Bu arada yeni bir lakabımın olduğunu da söylemeliyim. Burak ve Berke ki buna, Feryin'i de katmak gerek, bana sürekli lakap takarlar. Hatta bunun için üşenmeden tuttukları bir defter bile vardır. Yeni lakabım 'ev sahibi' idi. Fatoş ablaya Fatoş hanım demiyordum çünkü. Kızı hatice ile oynuyordum. Sofraları kuruyorduk. Bir yere gidecekken ya da gece sarhoş gelirken hep ben konuşuyordum. Vs... Komikti bu durum. Bilgisayarımı projeksiyona bağlayıp biraz canavarlı oyun oynadım. Keyiflendim.
Hele şükür Doruk ve Tunç laptoplarıyla geldiler. Yerleştiler.

Hepimiz uzun süre doğaçlama bişiler yaptık. Başlarda çok saçmaydı. Daha sakin birşeyler yapmaya karar verdik. Eğleniyorduk. Gecenin ilerleyen saatlerinde çok güzel bir şey ortaya çıktı. Bu sıra ben davul çalıyordum. Sonradan çok güldüm kendime. Aynı anda bitirdik.
Çok sarhoş olmuştuk. Bir ara kustum. Bayılırım. Sonra içmeye devam ettim. O vakit Doruk yatakta uyuyan Burak'ın üzerinde biraz çalıştı.

Tekrar ormana çıkmaya karar verdik. Berke şöfördü. Nereye gittiğimizi bilmeden yarım saat dolandık. Sonra bir bank bulduk oturduk. Bu sefer ben Doruk'a çalıştım.

Nedense uyurken insanları çekmeye bayılıyırız. Neyse... Bir yerlere gittik ve bişiler yedik. Tunç'un midesi iyi değildi. Arabanın sol arkasını biraz kirletti sabaha karşı. Çünkü arkada solda oturuyordu.

Ertesi gün. Erken kalkıp atölyeye gittik. Tunç bu sefer arabanın sağ tarafını kirletti. Ama bunun için ona şükran borçluyuz.
Cumartesi Doruk ve Tunç ile vedalaştıktan sonra Acarkent'e dönüyoruz. Vokal kayıtları yapıyoruz. Güzel oluyor. Berke, ben ve Burak saat 22.00'de Fatoş'un harika makarnasından patlayana kadar yiyiyoruz. Film izlemeye çalışıyoruz ama erkenden yatıyoruz. Son zamanlardaki en iyi uykularımızdan birini çekiyoruz.
Ben tatile gitmiştim aslında oraya... Dinlenmek iyileşmek ve bir sürü sorunumu silmek için. Müziği duymak için. Bunu becerdim. Pazar günü dönüş günü. En azından benim için öyle. Snek tv de bir röportaja gitmeleri gerekiyor. Toplanıyorum. Gitmeden bir 'pişmanım stina'yı söylüyorum o son derece pahalı mikrofonlara. Snek tv'ye gidiyoruz. Feryin de orada. Onunla geri dönecekler tekrar. Ben görüşürüz diyeceğim. Korhan da birazdan gelecek. Bütün güzel beş günün namına Feryin ile laflarken benim yeni lakabıma Berke ve Burak'ın da lakapları ekleniyor. Eğleniyoruz. Herşey güzeldi. Herşey güzel.
Feryin önce beni sonra Berke'yi ve sonra Burak'ı göstererek şöyle diyor: Alfred, Batman ve Robin...



28 Mart 2007 Çarşamba

pişmanım stina

Gözlerim yaşarıyor

Çünkü esnedim

‘İyiyim’ değilim

Hiç enerjim kalmamış

Bitkisel gülüyorum

Geceleri yatarken nefesimi sayıyorum

Mi Minör olmak istedim

Arasıra tofita yerim

Dişlerim çürür

Ta ra ra ram

Pişmanım stina

Pişmanım ağladım.

/

Bostancı’da hiç kayığa binmedim

Ama kendime bir kez tarhana yaptım

Sıkılınca dilekçe yazarım

Parfüm sürer kusarım

‘Menekşe sokak’ta büyüdüm

HB kalemi 2B’ye tercih ederim

Pişmanım stina

Pişmanım ağladım.

/

Bugün 13.53’de odamın önündeki iri ağacın dalına iri bir kara karga kondu

Dün gece bir trompetçiyi dövmek istedim

Talaş kokusu güzel değil mi

Kağıttan kayık yapmayı bilmiyorum

Pişmanım stina

Pişmanım ağladım.

/

ISBN 0-375-42396-6’yı her türban takanın okumasını isterim

Solağım

Hiç kimseye tokat atmadım

Eskiden sadece mövenpick vardı

Masamda Orhan Koloğlu’nun makalelerinin bulunduğu eski bir özel dosya duruyor

Pişmanım stina

Pişmanım ağladım.

/

En sevdiğim boxer’ım yırtıldı

Hiç Mardin’e gitmedim

İlkokulda üç sene sınıf başkanlığı yaptım

Bir kare fotoğraf çektim tarihe geçtim

Pişmanım stina

Pişmanım ağladım.

/

Evet suyun kaldırma kuvveti vardır

Sakallarımı nadiren keserim

TRT 2 sinemalarda

Kusmak güzeldir

Seni seviyorum

Pişmanım stina

Pişmanım ağladım.

24 Mart 2007 Cumartesi

size baba diyebilir miyim

hiç bi zaman anlamayacağım

beni neden bu kadar sevdiğini

ve neden öpemediğini beni…

yebaaa!

maskeni tak şimdi.

dudakların çatlasın!

tüh sana

tüh bana.

23 Mart 2007 Cuma

ve

buraya yazı yazıyorum.
bu
ray'a yazı yazıyorum.
ama bir tür'lü
sezinleyemiyorum.

gözlerimin altı
arnavut böreği.

19 Mart 2007 Pazartesi

lovelight

üç ışık
dört ışık
bir ışık.
başım dönüyor,
ama ki
dönmüyor,
bir nefes ileri
bir nefes geri.
sadece

ve
sadece
kapa.
bitmeyen pamuk helva.
balon kadar şişir...

evet!

15 Mart 2007 Perşembe

123

eski çamlar bardak oldu!
http://youtube.com/watch?v=Wc9Amvt4_ac

bir ondört şubat sabahı/hayır onbeş değil

Hayatımın en güzel sabahlarından birinin böyle olacağını bilemezdim.
http://www.youtube.com/watch?v=Mlqq2QLlPlc

13 Mart 2007 Salı

Sümük


Sümüklerim akıyor. Onları durdurabilmek gibi bir yetiye henüz sahip değilim. Üstelik akmaya başlayalı iki gün oldu. Ağır bir griple pençeleşiyorum. Onu yeneceğim!

'tanrım! ne kadar komik oldu değil mi?' şiiri

kimseden korkum yok..
sınırsızca sevebilir; koklayabilirim seni..
kimseden korkum yok.
senden başka..
kimseden korkum yok.. ama kimseden
kendimden başkasını bulmadan önce..
hadi hadi hadi
düş önüme
arkana bakmadan, önünü görmeden
gel benimle hadi.
mor yaprakların uçuştuğu yere..
tut elimden haydi..
bırakma ellerimi
uçalım seninle
kimsenin bizi bulamayacağı yere.
gel kanatlandır beni
gel uçur beni
bak işte geldik oraya.
mor yaprakların diyarına
gel hadi
hiçbirşeyden korkum yok.
güneşin batışından başka
kimseden korkum yok..
gel de hiç gün batmasın..

1985

Günümüzden çok uzun yıllar önce karanlık bir ormanda kimsenin bilmediği gizemli bir şatoda dünyalar güzeli bir yalnız prenses yaşarmış. Ailesindeki tüm fertleri kaybeden güzel prenses kendisine koca da bulamıyormuş. Tüm ülkeye güzel prensesin efsanesi yayılmış. Onun güzelliğini duyan ve onu görmeye ormanın içlerine kadar cesurca seyahat eden her bir damat adayı (kod adı: prens) bir şekilde ortadan kayboluyormuş. Prenses hizmetkarlarına tüm ormanı aratıyor ama gelen damat adayları ve kafileleri esrarengiz şekilde bulunamıyormuş. Ormanın damat adaylarına karşı bu kötü ünü gün geçtikçe yayılmış. Ve artık tüm güzelliğine rağmen güzel prensesin şatosuna kimse gelmez olmuş. Prensesin hayatında en çok istediği şey bir çocuğu olmasıymış. Fakat prensini bir türlü bulamıyormuş. En sonunda adını hep duyduğu ama bir türlü görmediği ve var olduğu kanıtlanmamış olan ‘orman büyücüsü’nü bulmaya karar vermiş. Bütün savaşçılarını ve hizmetkarlarını bunun için seferber etmiş. Ormanın her tarafı didik didik edilmiş. Gidilmemiş yerlere girilir olmuş. Günlerden bir gün prensesin en seçkin şövalyelerinden biri yanında ‘orman büyücüsü’ ile çıkagelmiş. Prenses bu yaşlı ve çirkin kadından önce korkmuş. Sonra kadının kibar ve lütufkar tavırlarına karşı sakinleşmiş. “Emrinize amadeyim prensesim.” diyen büyücüye şöyle demiş güzel prenses: “Ey büyücü, ormana gelen tüm damatlar bir şekilde hayatını kaybediyor. Bana bir damat bulacaksın. Senden bu toprakların en güzel prensinin benim olmasını sağlayacak bir büyü yapmanı istiyorum. “Hay hay efendim” demiş büyücü “Tez güne size aşk iksiri hazırlayıp getireceğim.” demiş. Aradan günler geçmiş büyücüden bir ses seda çıkmamış. Bir gece prenses uykusundan büyük bir gürültüyle uyanmış, ormanın derinliklerinden gök gürültüsüne benzeyen sesler duymuş. Sonra uyumuş. Ertesi sabah erkenden büyücü çıka gelmiş.

“İşte prensesim, aşk iksiriniz bu. Sizinle evlenecek en doğru prens bu iksiri içecek ve ölmeyecek olan kimsedir.” demiş. Prenses bu habere çok sevinmiş. Eğer bu iksirin, hayatının aşkını bulmasına yardımcı olacağını görürse büyücüye 22 çuval altın vereceğini söylemiş.

Büyücü güzel prensese, 5 kilo iksir vermiş. Ve bu iksiri tüm ülkede dolaştırmasını ve onunla evlenmek isteyen prenslere içtirmesini söylemiş. Aşkı için hayatını feda etmeye hazır olan prens adaylarının arasından gerçek damat adayını bulacağının umudunu vermiş.

Prenses hemen bir kafile hazırlatmış. Ülkeyi bir boydan bir boya dolaşmış. Onu görmeye gelen ve aşık olan her prens iksiri içerek ölmüş. Tam 22 prens hayatını bu rüya güzeli prensesle evlenmek için hayatından olmuş. Tüm ülkeyi karış karış gezen üzgün prenses ağlamaktan uyuyamaz olmuş. Şatosuna kapanıp bir daha insan içine çıkmayacağına dair kendisine söz vermiş. Geri dönmüş.

Aradan birkaç gün geçmemiş ki şatonun önünde beyaz atıyla bir kişi belirmiş. “Açın.” kapıları demiş: “Ormanın içindeki şatoyu buldum. Şimdi o iksirden ben de içeceğim.”

Prenses, kapısında bekleyen bu damat adayını içeri almış. Daha önce kimsenin yapamadığını beceren bu genç prense sormuş. “Birinci aşamayı geçtiniz beyefendi. Ancak sizin kim olduğunuzu öğrenebilir miyim?”

“Prensesim sizin için ülkenin en kuzeyinden geldim. Kayıp diyarlarda yaşıyorum. Bu zorlu yolculuğu atlattım. Ve tüm ömrümü bu şatoda sizin için harcamaya hazırım. İzin verin de şu iksirden içeyim.” demiş.

Prenses damat adayının cesaretinden hoşlanmış. Ancak daha önce bu iksiri içmeye niyetli çok daha yakışıklı prensler gördüğünden eminmiş. Utana sıkıla “Alın o zaman. Hayatımın aşkı olup olmayacağınızı görelim.” demiş.

Genç prens adayı iksirden hemen büyükçe bir yudum almış. Ve ölmemiş.

Prenses şaşkınlıkla yerinden fırlamış. Ve bu cesur ama çirkin prens adayının boynuna sarılmış.

“Demek ki aradığım insan sizsiniz.” Demiş.

“Benim efendim. Tüm kalbimle bendeniz sizinim.” demiş cesur yürekli.

Düğün hazırlıkları hemen başlamış. Tez elden büyük bir düğün hazırlanmış. Tüm ülke bu düğünü konuşmuş.

Düğün gecesi gelin ve damat odalarına kapanmışlar. İlk gece 1 kez, ikinci gece 9 kez, üçüncü gece 8 kez ve dördüncü gece 5 kez sevişmişler.

Ardından aylar geçmiş; güzel prensesin tatlı mı tatlı şeker mi şeker bir kız çocuğu olmuş.

Daha sonraki yıllarda iki çocuk daha yapmışlar. Mutlu ve mesut bir hayat sürmüşler.

Peki bizim büyücüye mi ne olmuş?

Büyücünün iksir diye verdiği aslında içi zehir dolu bir şişeymiş.

Prensler dışında kimsenin içmemesi gerektiği için herkes zehirlenerek hayatını kaybetmiş. Bir kişi dışında…

O da büyücü ile birlikte ormanda yaşayan oğluymuş. Oğluna panzehir vererek zehiri içiren büyücü, aldığı 22 çuval altın bir yana koskoca ormanı böylelikle himayesi altına almış. Prensesi görmek için ormanın derinliklerine inen ve ortadan kaybolan tüm prens adayları ve askerlerini meğersem yaptığı büyülerle birer balığa çevirmiş. Hepsini evinin önünde bulunan ve hiçbir balığın yaşamadığı gölete atmış.

Özel günlerde prens ve prensesi ziyarete giderken yanında balık yapıp götürürmüş.

Büyücü kadının kahkahaları o öldükten sonra da ormanda duyulur olmuş.

O yüzden 1-9-8-5 :) yılında doğan ve 22 yaşına basan herkese bu hikaye anlatılırmış.

Sonra da iyi ki doğdun denirmiş.

Billur

Keşk

E…

Ne güzel..

Işık girse

Odamızın içine

Kör gözlerim

Aydınlansa göğsünün gölgesinde

Koklasam seni

Bir de beni

Çok şükür

Desem

Eh be

Çok şükür.

Bir aşk var yukarıda

Yaratandan da öteye…

Duyduğunu duysam

Ağladığına ağlasam

Seni sen kadar sevsem

Sana sen kadar üzülsem

Kırsam kalbimi en az senin kadar

Uyumasam bile bile senin kadar