10 Nisan 2007 Salı

acarkent yazısı

Öncelikle bu yazıyı yazmaya başlarken şunu belirtmeliyim. Acarkent ismini pek sevmem. Çünkü İsmail Acar ve oğlunu hiç haz etmem. Ancak şöyle bir şey oldu. Geçtiğimiz hafta Burak, Berke ve Ben beraberce eski günlerin hatırına birkaç gün ortalıklardan kaybolmaya ve yalnız kalmaya karar verdik. Şans bu ki hepimizin buna ihtiyacı vardı. Berke’nin babasının Beykoz Acarkent’teki evi bizim için en iyi çözüm olarak gözüktü. Apartman kadar bir ev çünkü. Çatı katına yerleşip orada yeşermek istedik. Üçümüzden başka kimse olmayacaktı. Çarşamba gününden Pazar’a kadar orada kalmaya karar verdik. Bu planımızı gerçekleştirmek için her şey hazırlanacaktı. Gerekli izinler alınacak bazı kişilere haber verilecek, ‘cep’ler delik mi değil mi kontrol edilecek ve envai çeşit enstrüman-cihaz yanımızda yer alacaktı.

Cumartesi gecesi (31/3) hayatımın en kötü gecelerinden biriydi. Sonunda çok hasta oldum. Çarşamba sabahına kadar neredeyse sürekli yataktaydım. Arada okulla ilgili yapmam gereken işlerimi halletmeye çalıştım ama beceremedim. Ağır ilaçlar kullandım. Titredim, terledim, midem bulandı, öksürdüm, boğazlarımdan hiçbirşey geçemedi. Üç gece kabuslar içinde uyandım. Hayatımın en sert gribini geçirdim. Fakat bu süre zarfında bir çok şey hakkında düşünme fırsatı buldum. Bayan S’yi çok düşündüm. Aklımdan çıkmıyordu. Bana bıraktığı tüm acılar sanki eklemlerime kadar işlemişti. Ama bunları tedavi etmesini biliyordum. İnsan ağır bir hastalık geçirdiğinde anlıyor sanırım, garip bir duygu bu, eğer hasta yatağınızda başkalarının problemlerini bile düşünebilecek kadar iyi kalpliyseniz aynı zamanda çok zalim de olmuş sayılabiliyorsunuz. Çünkü karşınızdaki kişi, sizin böyle düşündüğünüzü hiçbir zaman bilemiyor. En sonunda ‘iyileşmem gerek’ diyerek yine kendinize yöneliyorsunuz. Halbuki burada kesin bir durum var. Kendinizi kandırıyorsunuz. Çünkü siz bonkörsünüz. Kalbinizi-duygularınızı hunharca kullanıyorsunuz.

Bunları yazarken, Acarkent’te bugün yerleştiğimiz ‘apart’ın, kendimi kilitlemeye çalıştığım odalarından birine (çünkü hastalığım geçmedi ve boğazımdaki iltihabı birazcık alkol ile almaya çalışıyorum; uyumaya niyetliyim) Burak giriyor ve “Duyuyor musun ne güzel oldu?” diye soruyor. “Harika oldu. Duydum.” diyorum “Ama tekrarını yarın duymak isteyeceğim sanırım. Kötüyüm.” diye bitiriyorum.

“İlham al” diyor sırıtarak. Gülüyoruz.

Devam ediyorum. Evet…

Bayan S… Kendisi harikülade. Çok şey deneyimledik onunla. Beni çok etkiledi. Kendim olamadım yanında. İnsanın elinin ayağının karıştığı bir çok durum yaşadım. Hiç hissetmediğim mutluluklar ve kabuslar yaşadım. Hasta düştüm. Sevinçten ağladım. Hiçbir şeyin ve her şeyin terazisi yoktu. A ve B idi. Hayır önce A idi. Sonra B idi. Sonra tekrar A’dı sonra C oldu. Sonra alfabeden vazgeçtik. Rakamlar oldu. Önce tek haneliler. Çift ve tek rakamlar. Asal sayılar. Sonra üç haneli rakamlar…

Bütün bu anlamsız sayıklamaların sonunda ona delicesine bir tutku ile bağlı olduğumu anladım. Fakat sadece arkadaş olamayacağımı da anlamış bulundum. Çok uzun süre Bayan S’ye hissettiğim sevginin karşılıksız olduğunu düşünmüştüm. Onun hayatında ‘sıradan bir adamdım’dı. Ancak bu durumun hiç de öyle olmadığını çok uzun süre sonra anlamak durumunda kaldım. Beni hayatındaki bir çok şeyden daha çok seviyordu. Sevgilisi olmasını istediği kişilerden bile daha önemliydim. ‘Beni herkes sever’ dir. Bu benim için çok da şaşırtıcı bir şey değildir. Fakat dudaklarında erimek istediğim biriyle 'kesinlikle arkadaş olamam' diyerek, sevgilisi olarak taşıdığı bir çocuğun yanında ona elveda dedim. Dayanamıyordum çünkü.

Bayan S ile yaşadığım ‘ilişki’ sırasında insanların neden aşkları için intihar ettiklerini çok iyi anladım. Fakat ben bu yöntemi seçmedim. Onu o kadar çok seviyordum ki bir gün herşeyin düzeleceğini bile bile onu hayatımdan çıkarmaya karar verdim. Eğer kendini kötü hissederse, benimle ilgili yanlış düşündüğü bir çok şey olduğuna kanaat getirirse ve aslında beni nasıl sevdiğini anlarsa diye yanında ona destek olacak bir sevgilisi bile olacaktı. Bütün acılarını bana bıraktı. Ve bu durumdan kesinlikle rahatsız değilim. Onu iyileştirdiysem kendimi de iyileştirebilirim çünkü. Beni unutması asla mümkün değil. Ben de onu asla unutamam. O benim kıymetlim çünkü. Ancak bu yarayı kendim iyileştireceğim. Çok garip ve ‘sırıtmalık’ bir durum bu, anlatacak çok şeyi olunca insanın nedense bazı konularda ‘şıp’ diye geçiyor üzerinden.

/

Bütün arabayı tıka basa doldurduk. Peyote’den klavyeleri, (MS200B, Toccata) tünelden davul ayaklarını aldık. Caddebostan’deki atölyeden Manu Katche davulu ve amfiyi aldık. Yanımızda beş telli Yamaha bir bas gitar ve lido bile vardı. ‘Johnny’ Aykal’dan harika birer Neumann mikrofon almıştık. Çarşamba günü Acarkent’e varmamız 3.5 saatimizi almıştı böylelikle.

Eve geldiğimizde ise ‘hemence’ çatı katına kurulduk. Güzel bir manzarası vardı çünkü.


Sonrasında hemen en büyük markete gidip. 'Ağır' bir alışveriş yaptık. Böyle durumlarda üçümüz bir araya geldiğimizde yaptığımız ilk şey içki durumunu kontrol etmek ve ne içeceğimize karar vermektir. Evde bir şişe rakı gördük. Sonra da dibini. Tabi ben o gece diğer içkilerin de yerlerini bulmuştum. Dedim ya büyük bir evdi...


Yemekten hemen sonra açık bıraktığımız aletlerin başına geçtik. Biraz takıldık. Ve ben kendime yeni bir iş edindiğimi anladım. Artık Burak'ın 'yancı'sıydım. Bana akor bastırıyordu. Berke'nin daha önce piyano da kaydettiği bir şey üzerine fikir yürüterek bazı sesler kaydettik. Nedense ben böyle durumlarda çok heyecanlanıyorum. Ama ilk gece çok verimli değildi. En azından gelirken kafamızda ne kaydedeceğimize dair bir fikir yoktu. Ancak şimdi gideceğimiz yolu tahmin edebiliyordum. Hastaydım ve yorulmuştum. Erken yattım.
Ertesi sabah kahvaltıyı Fatoş abla ile birlikte hazırladık. (Bu arada Berke'nin babası İrfan ağabeyin ailesiyle birlikte şu sıralar Amerika'da olduğunu belirtmekte fayda var. Evde sadece hizmetli Fatoş ve 2 yaşındaki kızı Hatice bulunuyor normalde. Fakat Fatoş'un annesi babası ve ablası da yanlarındaydı. Bir sebepten.)
Perşembe günü Bilgi Üniversitesi'nde FTV bölümünün bir dersine girdik. Sebebi ise Dandadadan'a yapmak istedikleri bir klipti. Çok sıkıldı herkes orada. Karşımızdakiler bize pek inandırıcı gelmemişti sanırım. Eğer bir şey yapmak isteyen biri size çok soru soruyorsa ne istediğini bilmiyor demektir. Elimizden geldiğince 'gittiğimiz gibi geri' döndük.
O akşam yine rakı içtik. Çünkü dün akşamki mezelerimiz yarım kalmıştı. Sonra viskiye döndük. Bu boğazlarımın tüm iltihabını almıştı. İyileşiyordum. Burak o gece rotamızı klarnet ile belirledi. Klarnet ile ikinci bir tema bulduk yaptığımız şeye. Burak ikinci temanın hatlarını denerken her kayıda girdiğimizde gözlerimden yaşlar boşalıyordu. Uzun süredir bu kadar huzurlu bir şey yapmamıştık. Burak'a klarnet solo çalmadığı için çok kızdım. Parçamızın ismi de belliydi: Baykuş.

Ardından üçüncü tema geldi. O kadar etkileyici ve biz gibi birşeydi ki yaptığımız şeyin ne kadar içten olduğunu ertesi gün farkedecektik. Ben müzisyen değilim. Hiçbir şey çalmıyorum. Ama Berke ve Burak ile beraberken sanırım beraberce bişiler yapıyoruz. Beni dinliyorlar ve sanırım onların küçük ilhamlarıyım.
Perşembe gecesi sızmalar başladı. Doğal olarak ilk Burak sızdı. Berke'ye 'Gel sana bir şey göstereceğim' dedim: Onu terasa çağırdım. Etraf çok sessizdi. (Acarkent bir vadiye kurulu. Bulunduğumuz ev o vadinin en yüksek tepelerinden birinde. Tüm vadiyi görebiliyor ve duyabiliyorsunuz.) Bir ıslık çaldım. Hemen önümüzdeki-yanımızdaki evlerdeki köpekler havlamaya başladılar. Ses yankılanınca vadinin aşağısındaki köpekler de havlamaya başladı. Berke de bir ıslık çaldı. Teker teker ıslık çalmaya devam ettik. Köpekler yavaş yavaş çıldırıyordu. Çığlık atmaya başladık. Çok gülüyorduk. 'Bunu kaydetmeliyiz' dedi Berke. Mikrofonları kurduk. Köpekleri bağırttık. Hatta ikimiz birden deli gibi bağırdık bir ara. Ben uykudan kalkıp odasının ışığını yakan üç ev sahibi gördüm. Bizi görmesinler diye yere çömelip bağırmaya başladık.
Sonra sakinleştik ve bıraktık. O gece sabahın dördünde sarhoşken, Berke araba kullanmak istedi. Hepimiz garip bir dönemden geçiyorduk.
Polonezköye doğru köy yollarında arabayla dolaştık.
Döndüğümüzde Burak yatakta Bas gitar ile uyuyordu:

Ertesi gün iyi bir kahvaltıdan sonra (ki yumurtalı ekmekler ve gül reçelli kaymak favorimizdi)
çocuklar bir ara şu haldeydi.

O gün Tunç ve Doruk'u çağırmaya karar verdik. Cuma gecesi Doruk arabasıyla Tunç'u alıp zamanında bize getirecekti. O gün kahvaltıdan sonra film izledik. Ve Polonezköy'de ormanda yürüdük. Artık arabayı Berke kullanıyordu. Henüz öğrendi bu işi.

Orman dönüşü harika davullar kaydettik. Elimizdeki üç tema da birbirinden güzeldi. Her zamanki gibi Berke'nin davulları bir başka olmuştu. O başkalaşım da şu idi: Kir...
Akşam olduğunda ise bir kaç telefon konuşması yaptık. Ben artık iyiden iyiye kendimi lido' ya
veriyordum. Onu alıp bir ara evime götürmeye karar verdim. Neye bassan şarkı oluyor.

Bu arada yeni bir lakabımın olduğunu da söylemeliyim. Burak ve Berke ki buna, Feryin'i de katmak gerek, bana sürekli lakap takarlar. Hatta bunun için üşenmeden tuttukları bir defter bile vardır. Yeni lakabım 'ev sahibi' idi. Fatoş ablaya Fatoş hanım demiyordum çünkü. Kızı hatice ile oynuyordum. Sofraları kuruyorduk. Bir yere gidecekken ya da gece sarhoş gelirken hep ben konuşuyordum. Vs... Komikti bu durum. Bilgisayarımı projeksiyona bağlayıp biraz canavarlı oyun oynadım. Keyiflendim.
Hele şükür Doruk ve Tunç laptoplarıyla geldiler. Yerleştiler.

Hepimiz uzun süre doğaçlama bişiler yaptık. Başlarda çok saçmaydı. Daha sakin birşeyler yapmaya karar verdik. Eğleniyorduk. Gecenin ilerleyen saatlerinde çok güzel bir şey ortaya çıktı. Bu sıra ben davul çalıyordum. Sonradan çok güldüm kendime. Aynı anda bitirdik.
Çok sarhoş olmuştuk. Bir ara kustum. Bayılırım. Sonra içmeye devam ettim. O vakit Doruk yatakta uyuyan Burak'ın üzerinde biraz çalıştı.

Tekrar ormana çıkmaya karar verdik. Berke şöfördü. Nereye gittiğimizi bilmeden yarım saat dolandık. Sonra bir bank bulduk oturduk. Bu sefer ben Doruk'a çalıştım.

Nedense uyurken insanları çekmeye bayılıyırız. Neyse... Bir yerlere gittik ve bişiler yedik. Tunç'un midesi iyi değildi. Arabanın sol arkasını biraz kirletti sabaha karşı. Çünkü arkada solda oturuyordu.

Ertesi gün. Erken kalkıp atölyeye gittik. Tunç bu sefer arabanın sağ tarafını kirletti. Ama bunun için ona şükran borçluyuz.
Cumartesi Doruk ve Tunç ile vedalaştıktan sonra Acarkent'e dönüyoruz. Vokal kayıtları yapıyoruz. Güzel oluyor. Berke, ben ve Burak saat 22.00'de Fatoş'un harika makarnasından patlayana kadar yiyiyoruz. Film izlemeye çalışıyoruz ama erkenden yatıyoruz. Son zamanlardaki en iyi uykularımızdan birini çekiyoruz.
Ben tatile gitmiştim aslında oraya... Dinlenmek iyileşmek ve bir sürü sorunumu silmek için. Müziği duymak için. Bunu becerdim. Pazar günü dönüş günü. En azından benim için öyle. Snek tv de bir röportaja gitmeleri gerekiyor. Toplanıyorum. Gitmeden bir 'pişmanım stina'yı söylüyorum o son derece pahalı mikrofonlara. Snek tv'ye gidiyoruz. Feryin de orada. Onunla geri dönecekler tekrar. Ben görüşürüz diyeceğim. Korhan da birazdan gelecek. Bütün güzel beş günün namına Feryin ile laflarken benim yeni lakabıma Berke ve Burak'ın da lakapları ekleniyor. Eğleniyoruz. Herşey güzeldi. Herşey güzel.
Feryin önce beni sonra Berke'yi ve sonra Burak'ı göstererek şöyle diyor: Alfred, Batman ve Robin...



1 yorum:

Oztarcan dedi ki...

güzel. keyifli.
welcome back can özbaşaran!!!